Suriye: Arap devrimi kapımızda!
Tunus diktatörü bin Ali’nin de, Mısır diktatörü Mübarek’in de yapamadığını, Suriye diktatörü Beşar Esad başardı. Suriye ordusu, Tunus ve Mısır ordularının yapmayı reddettiğini yaptı. Eli kanlı diktatörü kitlelerin isyanından korumak için Dera’a kentinde halka karşı savaş açtı! Esad kendi ülkesini askeri olarak işgal etti!
Beşar Esad 48 yıl süren OHAL’i kaldırdığından bu yana en az 150 insanı öldürttü. Resmi polisin ve “şabiha” diye anılan silahlı sivillerin katliamı yetmedi. Orduyu işin içine soktu. (“Şabiha” sözcüğü, insanları işkence yapılması için duvara asan kişi anlamına geliyor. Suriye işkencecilerinin işbölümünün gelişkinliğine bakın! Daha edebi bir şekilde kullanıldığında, terim “insanı hayalete çeviren kişi” demekmiş!)
ABD Esad’ı henüz karşısına almadı
Obama yönetimi elbette Suriye olayları Mart ortasında başlayalı beri zaman zaman Suriye rejimini halkı şiddetle bastırdığı için uyarıyor, Esad’a reform yapmasını tavsiye edip duruyor. Ama şu ana kadar geçmişte Saddam’a, bugün Kaddafi’ye karşı benimsediği saldırgan politikadan farklı bir tavır güdüyor. Kaddafi’nin gitmesi gerektiğini Libya olaylarının başlamasından sonra daha ilk on beş gün içinde ilan eden Obama, artık bir buçuk ayı geride bırakan Suriye ayaklanması süresince hiçbir an Esad’ın görevi bırakması gerektiğine dair bir imada bile bulunmadı. Hatta herkesin bildiği gibi Obama Yemen’de ABD’nin has adamı olan Ali Salih Abdullah’ın görevini bırakması için perde arkasından çalışmalar yürütüyor. Esad’a bu kadarının bile yapılmadığını Washington’da herkes biliyor.
Obama ile Tayyip Erdoğan arasında yapılan telefon görüşmesinin ardından Erdoğan’ın, “kardeşi” Esad ile görüşmesinin anlamı açık. Erdoğan Esad’ı Obama’nın taleplerine ikna etmek için elçilik yapıyor. Ama bu aynı zamanda Obama’nın dolaylı yoldan olsa da Esad ile konuşmak istediğini gösteriyor.
ABD Suriye’ye zaten ekonomik ambargo uygulamaktaydı. Şimdi buna rejimin önde gelenlerinden üçünün hesaplarının dondurulması eklendi. Ama bunlar arasında Beşar Esad yok!
Bu yumuşak politikanın ardında, her şeyden önce, ABD’nin son yıllarda, aynen Tayyip Erdoğan gibi, Esad’la yakınlaşma politikası izliyor olması yatıyor. ABD ve İsrail, Esad giderse ardından gelecek yönetimin kendileri için daha da büyük bir tehlike oluşturabileceğinden kaygılanıyorlar. İkincisi, Esad uluslararası planda Kaddafi kadar yalıtılmış durumda değil. Libya’da emperyalizmin hızlı saldırı kararı almasını kolaylaştıran, Arap Birliği’nin çağrısıydı. Oysa Arap ülkeleri Esad’ı terk etmiş değil. Ayrıca, Rusya, Çin ve Hindistan Suriye’ye karşı BM Güvenlik Kurulu’ndan bir karar çıkartılmasına karşılar.
Üçüncüsü, ve bunlardan çok daha önemlisi, aslında askeri müdahaleye gerek de yok. Libya’da, bazı budalaların dışında, ABD ve AB’nin amacının “insan hayatını korumak” olduğuna kimse inanmadı. Amaç, devrimle sarsılan Kuzey Afrika’da askeri bir köprü başı elde etmekti. Oysa Ortadoğu’da bu köprü başı mevcut: Irak. Ne tesadüf ki, ABD tam da bugünlerde Irak hükümetine, şayet Amerikan birliklerinin (daha önce imzalanmış olan anlaşmadan farklı olarak) 2011’den sonra da Irak’ta kalmasını istiyorsa, şimdiden başvuru yapması gerektiğini resmen bildirdi!
Kapitalistlerin rejimine karşı ayaklanma
ABD’nin Suriye’ye karşı yumuşak tavrı konusunda düzen basını genellikle ilk iki noktaya değiniyor. Üçüncüsüne değinmesi elbette mümkün değil, çünkü bu, Libya’ya müdahalenin aslında Mısır ve Tunus devrimlerine karşı bir hamle olduğunu itiraf etmek olurdu. Bir de dördüncü bir faktör var ki, burjuva basını bunu teslim ediyor, ama bunun ABD’nin yumuşak pozisyonunun bir nedeni olduğuna değinmiyor. Libya’da esas olarak aşiretler arası bir iç savaş yaşanıyor. Oysa Suriye’de yaşanan bir devrim. Kapitalistlerin rejimine karşı yoksullar ayaklanıyor.
Suriye rejimi, Sünni çoğunluk üzerinde Alevilerin (Nusayrilerin) hakimiyetini sürdüren bir rejim. Ama Sünnilerin hepsinin rejimden şikâyetçi olduğunu söylemek için bir neden yok. Çok zenginleşmiş bir Sünni burjuvazi, kendi çıkarlarına gayet güzel hizmet ettiği için Baas rejimini ikirciksiz destekliyor. Britanya kapitalistlerinin The Economist dergisi Beşar’ın ardındaki aile bireylerinin (ordunun önde gelen komutanlarından kardeşi Mahir ve eniştesi Asaf Şevket’in yanı sıra Suriye’nin en zengin işadamı olan kuzeni Rahmi Mahluf’un) dışındaki yapıyı şöyle tanımlıyor:
“Bu aile üçlüsünün ardında, ‘iktidarın ahfadı’ diye bilinen, çoğu Hafız Esad’a yakın askerlerin ailelerinden gelen son derecede zengin bir parababaları ağı var. Bunlar petrol, gaz, turizm ve telekomünikasyona hakimler. Eski bir istihbarat başkanı olan Behçet Süleyman’ın oğlu bir medya kodamanı; şeker tekeli, uzun süre görev yapmış bir eski savunma bakanı olan Mustafa Tlas’ın oğlunun elinde...Esad aynı zamanda Şam ile Suriye’nin ikinci kenti olan Halep’in Sünni tüccarlarının ve yüksek yerlerde bulunan çeşitli Dürzi ve Hıristiyanların sadakatine yaslanıyor.”
Mülksüzlerin isyanı
Suriye rejimi, olayların bir uluslararası komplo olduğunu iddia ediyor, ama bunu hiçbir delille destekleyemiyor. Aslında kapitalistlerin rejimine karşı ayaklananlar en başta Suriye’nin işçileri ve köylüleri. Güneydeki Dera’a ve İzra kentleri tarım merkezleri; Duma ve Muazamiye ise işçi kentleri. İsyanın merkezleri de esas olarak bunlar. İsyanın üçüncü odağı Suriye Kürdistanı, Kamışlo ve başka Kürt kentleri. Elbette, gösteriler Halep, Humus, Lazkiye, Banyas, Cebla gibi sayısız kente yayılmış durumda, ama merkezler bu üç odak.
The Economist dergisi, çeşitli etnik gruplar arasındaki ilişkilerin önemsiz olmadığını teslim ettikten sonra şu sonuca varıyor:
“En büyük çatlak, ülkenin üzerinden silindir gibi geçen huzursuzluğun ana nedenlerinden biri, dini veya etnik gruplar arasında olmaktan ziyade varlıklılarla mülksüzler arasında.”
Kapı komşumuzda bir kitle katliamı yaşanıyor. İşçiler, köylüler ve Kürtler ayakta. Kürtler hariç, kitlelerin önderliği yok, ama isyan sosyal bir temele dayanıyor. Dera’a’nın iki milletvekili, bir imamı, iki belediye meclis üyesi ve 200 Baas üyesi, katliama tepki ile ardı ardına istifa ettiler.
Türkiye devletinin olan bitene tepkisi, MGK kararına da yansıdığı gibi, Esad’ı yatıştırmak ve ülkenin kuzeyinde Kürtlerin ayaklanmaları halinde isyanın Türkiye’ye sıçramasını önlemek. Bu yüzden MİT Başkanı Hakan Fidan bir ay içinde iki defa Şam’a gidiyor! Türkiye devleti aynı zamanda Devlet Planlama Teşkilatı Başkanı’nı da Fidan’ın yanına takarak Suriye rejimine neoliberalizm dersleri verdiriyor!
Türkiye’nin işçi hareketi, Kürt hareketi, sosyalistler, bütün ilerici güçler ise, komşumuzun halkının, halklarının Esad diktatörlüğü tarafından hunharca katledilmesine sessiz kalmamalı.
3 Mayıs 2011
Türkiye Esad’a yedek mi hazırlıyor?
Suriye Baas rejiminin iki önemli şahsiyeti ülke dışında yaşıyor ve Beşar Esad’a muhalefet ediyor. Biri, 1982’de Hama’da on binlerin katledilmesi işini yönetmiş olan özbeöz amcası Rıfat Esad. Ama sürgündeki asıl güçlü muhalif, Hafız Esad’ın uzun yıllar boyunca Başkan Yardımcılığı’nda bulunmuş Abdülhalim Haddam. Bu şahıs, 2005’te Lübnan’ın güçlü adamı Refik Hariri’nin öldürülmesinin ardından Paris’e yerleşmiş. Özellikle sürgünde çalışan birçok muhalif hareketle ilişki kurmuş. (İçerideki muhalefetin 2005 yılında yayınladığı Şam Deklarasyonu’na bilindiği kadarıyla bir katkısı yok.) Ama anlaşılan Batı ile ilişkilerini iyi tutmaya özen göstermiş. Şimdi, Hürriyet gazetesi (29 Nisan 2011), Haddam’a birinci sayfa manşetten girdiği bir röportaj ile tam orta sayfasında iki sayfalık yer ayırıyor. Haddam bu mülakatta Türkiye’ye şirin görünebilmek için her türlü taklayı atıyor. Mesela kendisi dış politikadan sorumlu başkan yardımcısı olduğu halde, Abdullah Öcalan’ın Suriye’ye yerleşmesine kendisinin karşı çıktığını, ama Hafız Esad’ın kardeşi Cemil’in ısrar ettiğini söylüyor. (Cemil 2004’te öldüğüne göre, artık sitem edilecek kimse kalmamış oluyor!) Devlet gazetesi Hürriyet’in bu şahsiyete bu kadar yer ayırması, “acaba Türkiye Beşar’ın yerine onu mu hazırlıyor?” sorusunu doğurmuyor değil. En azından Beşar’a “aklını başına topla” demek için sopa gösteriliyor olabilir.
Öneriyoruz: Türkiye-Suriye ortak bakanlar kurulu toplansın!
Uluslararası ilişkiler dahisi Dışişleri Bakanımız Ahmet Davutoğlu’nun “komşularla sıfır sorun” politikası, Suriye ayaklanması ile birlikte ilginç bir görünüm kazandı denebilir. Bu politikanın Suriye ile kurulan ayağında sınırların kaldırılmasından bile söz ediliyordu. Bundan yalnızca bir buçuk yıl önce, 13 Ekim 2009’da Halep’te yapılan “Stratejik İşbirliği Toplantısı”nda alınan kararı bütün basın “Türkiye-Suriye sınırı kalkıyor” diye vermişti. Mesela Haber 7 gibi hükümet yanlısı bir site olayı “Türkiye-Suriye sınırı kaldırıldı” manşetiyle duyurmuştu. Bir başka haber sitesi olayı şöyle anlatıyor: “İki ülke arasındaki imza töreni görkemli manzaralara sahne oldu. Türk ve Suriyeli bakanlar, daha sonra sınırdaki barikatları kaldırarak yaklaşık 1 kilometrelik yolu yürüyerek kat ettiler.”
Hükümet bu kadar reklamla yetinmemiş olacak ki daha bu yılın Ocak ayının sonunda, yani şunun şurasında topu topu üç ay önce, bu sefer de iki ülke arasında hava sınırlarının kaldırıldığı, Şam’a yapılan THY uçuşlarının “iç hat” olacağı haberleri çıktı basında!
Günümüzde ise hükümetin en korktuğu şey, rejimin baskısından kaçan ve bu tarafta akrabası olan Kürtlerin ve Arapların büyük miktarda Türkiye’ye akın etmesi. İlk günlerde sınırı tamamen kapatan hükümet, şimdi çok kontrollü olarak geçişe izin veriyor. Ama gelenleri Türkiye vatandaşlarından enterne etmiş durumda. Çünkü Suriye’nin kuzeyindeki Kürtlerin isyan edeceğinden ve bunun Türkiye’ye yansıyacağından korkuyor.
Ucuz ve hayali propagandanın sonu, mahcubiyettir! Suriye sınırı kalkıyor palavrasının ipliği kısa süre içinde çıktı pazara. Ama daha da derinde “komşularla sıfır sorun” politikası, komşunun ateşi 40’ın üzerine çıkınca iflas etti.
Bizim hükümete bir önerimiz var: hani ortak bakanlar kurulu toplantıları yapıyordunuz. Hani “Türkiye-Suriye Yüksek Düzeyli İstişare Konseyi” falan gibi tumturaklı adlar veriyordunuz bu toplantılara. İşte onlardan bir tane toplasanıza. Bakanlar yine sınır kapısındaki bariyerleri sırtlayıp kaldırsınlar. On binlerce Kürt ve Arap da kaldırılmış sınırdan sizinle birlikte Türkiye’ye girsin!
Bir de hazır toplanmışken, Başbakan Erdoğan ve “kardeşi Beşar” birlikte şu Suriye halkının devrimci ayaklanmasını nasıl durduracaklarını kafa kafaya verip konuşurlar belki.
Yemen’de “düzenli geçiş” girişimi
ABD, Yemen’de kendisini en başta El Kaide’ye karşı kahramanca (!) koruyan 32 yıllık diktatör Ali Abdullah Salih’i halk isyanına karşı uzun süre savundu. Sonra yaklaşık bir ay önce Gerçek’in “Yemen’in 1 Mayıs 1977’si” olarak andığı, en az 50 kişinin damlardan açılan ateşle katledildiği olayın ardından, bu kadar şiddete sahip çıkmanın Arap dünyasında prestijini sarsacağı korkusuyla yeni bir at arayışına başladı. Ama Mısır devrimi doruğunda iken formüle edilmiş yaklaşımla “düzenli geçiş” çerçevesi içinde. Yani Salih’in yerine güvenilir kadroların hazırlanması ve başkanın görevlerini bu kadrolara, rejime ve ABD’ye en düşük zarar verilecek tarzda teslim etmesi. Geçtiğimiz haftalarda Salih’in çeşitli bakanları istifa ettirildi. Bunlara “blok” adı verilen bir güç birliği kurdurtuldu. Şimdi Salih’in bir ay sonra iktidarı bunlara devretmesi planı öne sürüldü. Bu formülü muhalefet partileri kabul etti. Ama bir pürüz var: devrimcilerin verdiği adla Sanaa’daki Tağyir (Değişim) Meydanı ve öteki kentlerdeki devrimci meydanlar reddediyor. Salih’in derhal çekilmesi ve hesap vermesi gerektiği haykırılıyor meydanlardan. Ama başka devrimci Arap ülkelerinde olduğu gibi, Yemen’de de işçi ve emekçilerin çıkarlarını temsil eden güçlü bir siyasi odak olmadığı için, sonunda Amerikan formülü muhtemelen kazanacak.
* Bu yazı Gerçek Gazetesi’nin Mayıs 2011 tarihli 19. Sayısında yayınlanmıştır.