Bir devrimciyi anarken: Ölümünün 10. yıldönümünde Gülay Ünüvar için
Belleğimiz bizi yanıltmıyorsa, 2008 yılında, 1968 devrimci kabarışının 40. yıldönümü vesilesiyle, o aşamada henüz İşçi Mücadelesi gazetesinin bayrağı altında bugünkü Devrimci İşçi Partisi’nin ön hazırlığını yapmakta olan siyasi grubun İstanbul Gazi Mahallesi bürosunda, büyük çoğunluğu yoksul işçi-emekçi ailelerin gençlerinden oluşan bir topluluk önünde, Türkiye devriminin ta 1960’lı yılların sonunda-1970’li yılların başında yükü sırtlamış bir militanıyla birlikte birer konuşma yapıyoruz. O da biz de bütün dünyanın işçi sınıfının ve gençliğinin 1960’lı yılların ortalarından 1970’li yılların ortalarına kadar emperyalist kapitalist sistemin kalelerini nasıl topa tuttuğunu anlatıyoruz.
Kendisiyle birlikte gençlere devrimci bir hayatın böyle bir toplumda tek değerli yaşam tarzı olduğu duygusunu aşılamaya çalıştığımız nice yılların militanının adı Gülay Ünüvar (Özdeş). İzninizle Gülay olarak anacağız bu çok önemli devrimciyi. Gülay işte o 1968 devrimciler kuşağının bir mensubu olarak Türkiye’de harekete en iç damarından katılmış bir insandı. Hem Ortadoğu Teknik Üniversitesi öğrenci hareketinde, hem de 1971 devrimci atılımının bağrında bu düzenle delicesine mücadele ettikten sonra 1970’li yıllarda kendisine yeni siyasi ortamda yer bulamayınca 1981’de İsveç’e göçerek orada devrimci faaliyet gösteren, bu arada İsveç’in Trotskist örgütlerinden biri olan Arbetarmakt (İşçi İktidarı) partisine üye olarak uzun yıllar boyu onlarla birlikte mücadele eden, hayat boyu her koşulda devrimci kalmış biriydi.
Çeyrek yüzyıl sonra 2014’te Türkiye’ye döndü. 2015’te karaciğer kanserine yakalandığını öğrendi. Bundan on yıl önce, 20 Ekim 2015’te hayata veda etti.
Türkiye ve Kürdistan devrimci hareketlerinde birçok kadın çok önemli roller üstlenmiştir. 1968 devrimci kuşağının ürünü olarak yaşanan 1971 devrimci hareketi kadınların katılımı bakımından en bereketli kuşaktır. Ama sanırız pek azı Gülay kadar önemli bir sorumluluk üstlenmiştir. 1971 atılımının üç ana odağından biri olan Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu (THKO) Ortadoğu Üniversitesi’ni merkez alan ama İstanbul’dan da Deniz Gezmiş ve Cihan Alptekin gibi öğrenci önderlerinin içinde bulunduğu bir kadro tarafından kurulmuştur. Bu kadro içinde tek kadın kurucu üye bildiğimiz kadarıyla Gülay Ünüvar (Özdeş)’tir. Gülay, birazdan göreceğimiz gibi, bu konumun hakkını sonuna kadar vermiştir.
Adsız Kahramanlar kitabı
Ayrıntı Yayınları çok saygıdeğer bir iş yapıyor. “Yakın Tarih Dizisi” başlığı altında çoğu kitabı 1971 atılımının çeşitli boyutlarının öyküsünü, harekete katılmış kişileri odağa alarak anlatan koskoca bir dizi yayınlamış bulunuyor. Bu dizide “10’lar”ın bazıları hakkında kitaplardan TKP/ML hareketinden öykülere, Cihan Alptekin üzerine Bizum Cihan başlıklı kitaptan ordu içinde kurulan THKP-C örgütünün önderi Orhan Savaşçı’nın ve THKP-C’nin Karadeniz kadrosundan Ziya Yılmaz’ın anılarına kadar birçok konu ele alınıyor. Bu dizide bir de Gülay Ünüvar (Özdeş) Kitabı yayınlanmış bulunuyor. Kendisi de THKO’nun kurucularından olan Ahmet Tuncer Sümer’in derlediği kitap büyük ölçüde Gülay’ın hayatının sonlarında kaleme aldığı anılarından oluşuyor. Ama Tuncer Sümer aynı zamanda THKO militanlarının bazılarının ve başkalarının anılarından da eklemeler yaparak ve Gülay’ın anılarına bazı dipnotlarında açıklamalar getirerek hem yararlı hem zevkle okunan bir kitap çıkarmış ortaya.[1]
Biz Gülay’ı anmak için bu kitaptan bir bölümü olduğu gibi alıntılayacağız. Çünkü Gülay’ın kendi ağzından anlattığı bu olaydan daha iyi hiçbir şey bu kadının ne kadar istisnai bir kişilik olduğunu anlatamaz. Hakkında yapılacak başka her türlü betimleme, anlatılan bu anının yanında silik kalacaktır. Tabii, bu yazının okuru bunun aynı zamanda 1971 devrimci atılımını gerçekleştiren kadroların olağanüstü kişiliğinin de bir yansıması olduğunu akıldan çıkarmamalıdır.
Gülay’ın anlattıklarını yerli yerine yerleştirebilmek için anlatılan olayların Sinan ve arkadaşlarının ölümünden ve Denizlerin ve Cihan Alptekin’in yakalanmasından sonra, THKO’nun büyük polis baskısı altında olduğu, gizlenilen her evin bir süre sonra keşfedildiği, paranın tükendiği, militanların bir bölümünün geri çekildiği bir döneme, henüz THKP-C’den Mahirler ile THKO’dan Cihanlar’ın Maltepe Cezaevi’nden birlikte kaçmasından (29 Kasım 1971) bir ila iki ay öncesine rastladığını belirtelim.
Silah kaçakçıları ve Gülay
O zaman başlıyoruz. Sözü Gülay’a bırakıyoruz:
“İşte bu ortamdayız. Zaten Adem Topal bir çıban başı bir taraftan, öteki çıban başı da Fevzi Bal. Bu Fevzi Bal, THKP-C’li arkadaşlarla gidiyor görüşüyor geliyor. THKP-C’lileri övüyor. Bizi çok küçümsüyor. Böyle bir garip tavırlar. Aslında “Ben de bir şeyler yaparım,” diyebilmek için başka ortamlarda arayışlar içine giriyor. Gidiyor geliyor, gidiyor geliyor hepimizi birbirine düşürüyor. Eminim oralarda da ne olduğu biliniyordu Fevzi’nin. Ben bir kere buna sordum: “Sen Cepheci mi oldun, Orducu musun? Nedir senin bu halin?” Tabi cevap alamadım.
Bizim bir de İstanbul grubumuz var. Ben haftada 2-3 kere İstanbul’a gidiyorum. Bağlantı kopmasın, oradaki kalan grup ayakta dursun, İstanbul ayağımız çökmesin diye. Çünkü orda da Cihan yakalanmış, birçok arkadaş yakalanmış.
Ne yazık ki İstanbul’da da bir başka çıbanbaşı Nahit Tören. Bu Nahit’le Fevzi Bal el altından anlaşıyorlar. Ankara’da beni devirecekler. Neden devirecekler? “Kadından gerilla lideri olmaz,” diye bir laf dolaştırmaya başladılar ortalıkta. Nahit, Fevzi Bal kanalıyla beni etkisizleştirme hareketi başlatıyor Ankara’da. Birkaç kişiyle konuşuyor, birisi de Fehmi Erbaş. Fehmi bunları tersliyor. Hem iş yapmadan ortalıkta dolaşıyorlar hem de böyle şeyler yapıyorlar.
Ben hiçbir zaman hiçbir yerde gerilla liderliğine soyunmadım. Gerilla lideriyim demedim. Böyle bir iddiada da bulunmadım. Ama o kadar çok iş sırtıma kaldı ki, başkaları ben olmadan iş yapamaz hale geldiler. Bu benim tercihim değil, koşulların zorlamasıyla ortaya çıkan bir durumdu. Konuşuyorlardı “gerilla liderliği” falan diye. Kim vermiş gerilla liderliğini? Hiç ağzımdan öyle bir şey çıkmadı.
Bu insanlar böyle işlerle uğraşırken, yaşadığım başka bir olayı anlatayım:
Cihanlar Maltepe’den kaçacaklar, bana iki ay önce haber geldi şunları şunları hazırla diye. Hüviyet hazırla, saklanacak yer hazırla falan diye. Ankara’da elimizde silah yok, para yok. Bu durumda ben ne kadar nazım geçebilecek tanıdık varsa dolaştım, oradan bağış aldım, buradan para topladım, hazırlığa başladım.
Topladığım bağış paralarıyla İstanbul’a silah almaya geldim. Zar zor ilişki kurduğum kaçakçılarla oturdum masaya görüşüyorum. Karşımda silah kaçakçısı dört tane adam oturuyor. Alacağım silahları görmek istedim. “Sıkıyönetim var biz zulayı açmayız,” dediler. Ben de “görmeden almam,” dedim. Açtılar zulayı, bir İspanyol silah çıkardılar. Ben daha önce sormuştum birilerine “Hangi marka silahlar işe yarar, gerekirse ne tür silahlar almalıyız?” diye. “Aman!” dediler, “İspanyol silahlar şimdi çok dolaşıyor. Onlardan alma.” Önüme İspanyol silah çıkınca “Ben bundan almıyorum,” dedim. Adam baktı bana şöyle, “Bize sıkıyönetimin ortasında zulamızı açtırıp da silah almayan adamı alnının ortasından vururuz!” dedi. “Vuracak mısın şimdi beni?” dedim. “Yok,” dedi. “Valla vurmayacağım. Helal olsun! Şu kadın başınla gelip bize posta koyuyorsun “şunları almıyorum” diye. Helal olsun sana,” dedi. Sonra da “Bundan sonra kaçarsan, saklanacak yer ararsan bana gel, seni saklarım,” diye de ekledi.
Ben böyle bir iş için riskli bir yere tek başıma gidiyorum, bir tane adam gelmiyor yanımda. Ama böyle her şeye koşturunca ister istemez belli bir yere geliyorsun yani. Düşünün ki silah kaçakçısına bile yalnız gitmek zorunda kalıyorum. Bu kadar şey…
Şimdi, sonra geldim bunlara, “Ne tantana ediyorsunuz ya. Ben gerilla lideri falan değilim. Bir sürü iş başıma kaldı. Gördüğünüz gibi böyle işleri de yapmak zorunda kaldım. Ne diyorsunuz şimdi? Nedir derdiniz?” dedim. Fevzi Bal’ın derdi başka: Gerilla lideri olacak onu istiyor adam. Tamam, yap bu işleri de o zaman olursun yani…” (s. 106-111)
Kendinizi Gülay’ın yerine koyun bir an. Henüz 24 yaşında bir genç kadın. O zaman neden olağanüstü bir kişilikten söz ettiğimizi anlarsınız!
[1] Ahmet Tuncer Sümer (der.), Adsız Kahramanlar. Gülay Ünüvar (Özdeş) Kitabı, İstanbul: 2018, Ayrıntı.
Sinan
Gülay Türkiye 1971 devrimci hareketinin büyük önderleri konusunda son derece önemli karakter tasvirleriyle bugünün kuşaklarına ışık tutan biridir. Deniz/Hüseyin/Yusuf üçlüsünün her birinin karakterinde ağır basan yanları özenli biçimde tasvir etmiş, Deniz’in her şeye neşe katan alaycı tutumunu, Yusuf’un ağır işçiliğini, Hüseyin’in ise THKO örgütünün siyasi beyni olarak zekâsını vurgulamıştır. 12 Mart Muhtırası’nın verilişi üzerine Hüseyin’in derhal kaleme aldığı THKO 2 No.lu bildirisinin yoldaşlarınca nasıl kelimesi değiştirilmeden kabul edildiğini, bu bildirinin nice solcunun ve devrimcinin 12 Mart’ı ilerici sanarak kandığı bir anda, 12 Mart’ın aslında bu poza girerek devrimcileri avlamaya çalışan bir gericilik olduğunu tespitini yapmasının ne kadar önemli olduğunu, Denizlerin idamının 50. yıldönümü vesilesiyle yazdığımız yazıda anlatmıştık.
Öyle anlaşılıyor ki Gülay’ın Sinan’a saygısı ise hayranlık düzeyine varan bir duyguyu içeriyor. Anılarının bir aşamasında yaşanan bir olay dolayısıyla Sinan’ı şöyle anlatıyor. Olay yeri Diyarbakır’dır. Yıl henüz 1969’dur. Filistin gerilla kamplarından dönerken tutuklanan bir dizi devrimci arkadaşları bir süredir o kentte hapistedir. Mahkeme bir önceki duruşmada tutukluluğu kaldırmayı reddetmiştir. Sinan ve Gülay’ın da içinde olduğu bir devrimciler grubu duruşmayı izlemek üzere Diyarbakır’a gelir. Sinan mahkemenin hâkimini (anlaşılan anne ve babasının önde gelen şahsiyetler olarak yer aldığı Türkiye İşçi Partisi’nin bazı ileri gelenlerinin kurdukları bir bağ aracılığıyla) ziyarete gider. Şimdi Gülay’a kulak verelim:
“Sinan’ı tanıyan herkesin kolaylıkla tahmin edebileceği gibi, Hâkim Sinan’dan, Sinan’ın konuşmasından çok etkilenmişti. Sinan’ın konuşmasını dinleyip de etkilenmeyen bir tek kişi bile düşünmek olanaksızdır. O “Sosyalistlerin ağır topuydu.”
Sinan çok yakışıklı bir çocuktu. Onun dışında çok özel bir ses tonu vardı. Çok da güzel konuşurdu. Yani çok düzgün cümlelerle ve de çok doğru vurgulamalarla konuşuyordu. (…) Ben şimdi 70 yaşıma yaklaşıyorum. Bir sürü insan tanıdım Vietnam’dan Küba’ya. Bugüne kadar Sinan’dan daha iyi bir ajitatör tanımadım. Sinan’dan daha iyi bir propagandacı tanımadım. Olağanüstü bir yetenekti. Bu yeteneği de Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nde bilinirdi (s. 69).
(…)
Ben Sinan’ın konuşup da etkileyemediği hiç kimseyi hatırlayamıyorum.
Buna en güzel örnek, Taylan Özgür katledildiğinde Sinan’ın kitleye yaptığı konuşmadır. Bugün bile kulaklarımda çınlar. Yaşantımda Sinan Cemgil denli etkili, güzel ve ajitatif konuşabilen, hitap ettiği tüm kitleyi topyekûn eyleme götürebilen benzeri yeteneğe sahip kimseyi tanımadım” (s. 70-71).
Can
Gülay işte Sinan’a böylesine değer veren bir yoldaşıydı. Gülay’ın Sinan’ı tasvirinin doğru olduğuna biz de tanıklık ederiz.
Şimdi de Gülay’ın, Sinan’ın ölümünden yıllar yıllar sonra, 31 Mayıs 2005’te onun mezarı başında Nurhak şehitleri için düzenlenen anma töreni esnasında yaptığı konuşmayı kitaptan izleyelim:
“[Antalya’nın bir köyü olan] Elmalı’da köylüler tarafından toprak işgalleri yapılmıştı. Elmalı köylüleri ODTÜ Sosyalist Fikir Kulübü’ne başvurup destek istediler. Ve bir grup alelacele yola çıkarıldı. Ve bir kazada CAN SAVRAN arkadaşı kaybettik. CAN SAVRAN’ın ölümünden sonra ODTÜ Kapalı Spor Salonu’nda yapılan bir töreni hatırlıyorum. Ve orada Sinan’ın bir konuşmasını hatırlıyorum.
Konuşmanın ilk sözlerini ben o gün bir kâğıda yazdım. Çünkü beni çok etkiledi. Daha sonra kâğıt kayboldu ama sözleri hala benim belleğimde. Hiç unutmadım. O sözleri burada tekrarlamak istiyorum:
‘Biz sosyalistler Can verdik. Biz sosyalistler Elmalı’da toprak işgal eden köylülerin mücadelesinde Can verdik. Biz sosyalistler Can’ımızı verdik. Biz sosyalistler Elmalı’da toprak işgal eden yoksul köylülerin mücadelesine Can verdik. Biz sosyalistler Elmalı’da toprak işgal eden yoksul köylülerin mücadelesi için Can verdik’” (s. 27).[1]
Gülay ve DİP
“Gülay’ın Sinan’ı tasvirinin doğru olduğuna biz de tanıklık ederiz” dedik yukarıda. Biliyoruz, çünkü daha önce Sinan’ın Nurhak’ta şehit düşüşünün 50. yılı vesilesiyle yazdığımız yazıda anlattığımız gibi, Sinan bizim ve ağabeyimiz Can’ın çocukluk arkadaşımızdı. Bizim kısa, tek dönemlik ODTÜ Mimari maceramızda sınıf arkadaşımızdı, daha sonra Can’ın bütün öğrenci hareketinde muhtemelen en yakın yoldaşıydı ve dolayısıyla evimize gelirdi ve arkadaşlığımız devam etmişti.
Gülay 2000’li yıllarda (hangi yıl tam hatırlamıyoruz ama kesinlikle 2006 öncesinde), biz Devrimci İşçi Partisi’nin öncülü İşçi Mücadelesi zemininde mücadele sürdürürken görüştüğümüzde onu ilk kez görmüyorduk. Ondan yaklaşık kırk yıl önce, çok muhtemeldir ki o muhteşem ve (bizim için aynı zamanda trajik) 1968 yılının başlarında o da Sinan gibi evimize gelmişti. Yanında o dönemdeki eşi Müfit Özdeş de vardı.
(Şimdi anlaşılıyordur, neden adının arkasında parantez içinde bir “Özdeş” soyadı olduğu. Tam da devrimciliğinin en dağdağalı döneminde, henüz Müfit de Filistin’de gerilla eğitimine gidecek ölçüde devrimci harekette militanca mücadele ederken evliydiler. O yüzden devrimci çevrelerde Gülay Özdeş olarak bilinirdi. Sonra ayrıldılar, Gülay, Ünüvar’a geri döndü. Ama nasıl 1971 devrimciliği insanın hayat boyu kopabileceği bir şey değilse, işte o dönemin soyadı da Gülay’dan hiç ayrılmadı. Can’ın sınıf, bizim ise lise arkadaşımız olan Müfit Özdeş, kitapta yer verilen “Müfit Özdeş’in Gülay’a Veda Mesajı”nda, başka şeylerin yanı sıra şöyle diyor: “Kısa süren evliliğimizde paylaştığımız soyadımla hala anılması beni onurlandırıyor.” (s. 169) Ne zarafet!).
Yani Gülay hâlâ yaşamakta olduğu İsveç’te hâlâ Trotskist bir örgütte mücadele ediyor olduğu için değil, ya da sadece onun için değil, aynı zamanda ortak öğrencilik dönemimizden bir hukukumuz olduğu için, Sinan’ı ve Can’ı sadece birer devrimci olarak değil aynı zamanda birer yakın arkadaş olarak paylaşmış iki insan olduğumuz için, üç yıl arayla gelen erken ölümlerini ikimiz de hâlâ canımızın ta içinde hissettiğimiz için uzun yıllar sonra bizi aramıştı.
İşte o nedenledir ki yazıya girerken sözünü ettiğimiz Gazi Mahallesi toplantısında yaptığı 1968 konuşmasında büyük bir heyecanla Can’ı, kişiliğini, mücadelesini çok canlı ve orada bulunan herkesi can evinden vuran bir tarzda anlatmıştı. O konuşma videoya kaydedildi ama, ah, ne olduysa teknik bir sorun bugün o videoyu izlememizi olanaksız kıldı. Bundan çok kısa bir süre önce, Armağan yoldaşımız kendiliğinden, bizim bu yazıyı yazacağımızdan da haberi olmadığı halde, “ah, o güzel konuşmayı nasıl yitirmiş olduk, ne talihsizlik!” diye yazıklanıyordu.
Elbette aynı zamanda siyasi görüşlerimizin yakınlığına güvendiği için aramıştı Gülay bizleri. O nedenledir ki Devrimci İşçi Partisi’nin (o dönemde İşçi Mücadelesi’nin) kadınların kurtuluşu konusundaki görüşleriyle tamamen paralel düşen görüşleri olduğunu anladığında Devrimci Marksizm dergisinin, ana dosyasının konusu kadınların ezilmesi ve kurtuluşu olan 4. sayısına bir İsveçli kadın yoldaşıyla birlikte yazdığı ve İsveç’te yayınlanmış olan yazısını Türkçeye çevirerek yayınlanmak üzere bize vermişti.[2]
Hepsi olağanüstü kişiliklerdi 68’in devrimcilerinin. Sinan ve Can öyleydi ama Gülay da öyleydi. Daha devleşmiş olanları hepimizin içini yakar. Bu rastlantı mıydı? Hayır. Bir yandan devrimcilik bir insanın içinde olan en güzel şeyleri ortaya çıkarır, ruhunda ne travma, ne kıskançlık, ne kompleks varsa onları geri plana iter. Bir yandan da her biri devrimci faaliyet aracılığıyla güzelleşen bu insanların her biri kendi güzelliğinden bir parçayı ötekilere verirken onların güzelliğinden de alabildiği ne varsa alır. Bunun büyük önkoşulu devrimin büyük bir dalga halinde yükselişidir. İşte Gülay ve Sinan ve Can o dalganın insanlarıydı, o yüzden güzeldiler.
Türkiye’nin bütün genç devrimci kadınları ve erkekleri bu kitabı okumalı. Ayrıntı Yayınları’na ve Ahmet Tuncer Sümer’e teşekkürler.
[1] Gülay’ın Sinan’ın konuşmasını anlatırken sözlerinin yazım tarzı kitaptan aynen alınmıştır. Biz herhangi bir değişiklik yapmadan aktarıyoruz.
[2] Gülay Ünüvar ve Gunnar Westin, “İsveç Kadın Hareketi”, Devrimci Marksizm, sayı 4, Temmuz 2007. Bu yazıya Ahmet Tuncer Sümer de kitapta yer vermiş.






