Trotskizm ile Stalinizmin en çok yaklaştığı ama birbirine değmediği an

Metin Çulhaoğlu

Ne çok an hatırlıyorum Metin ile aynı masanın ardında salonu dolduran sosyalistlerle, işçilerle, hekimlerle, mühendislerle, mimarlarla, genç aydınlarla Marksizm, sosyalizm, dünya ve Türkiye üzerine sohbet ettiğimizi.

Bir an hatırlıyorum örneğin: Ankara’da, Türk Tabipler Birliği’nin bir toplantısında, ikimize de birer ödül verilmişti. (Belki bir üçüncü arkadaşımız da vardı, belleğim bu konuda yardımcı olamıyor şu anda, adını hatırlamıyorum, kusura bakmaz umarım.) TTB bizi ödüllendirmişti uzun yıllar boyu dilimizin döndüğü kadar eğitim seminerlerine, söyleşilere, konferanslara katıldığımız için. O ödülü hâlâ saklarım.

Salondakiler o sırada ne hissetmiştir, merak ederim. En azından sosyalist hareketle içli dışlı olanlar. Bir yanda bir Trotskist, öbür yanda bir Stalinist, aynı şerefli ödülü aynı anda alıyor, “hayat boyu hizmet” ödülü gibi bir şey. (O zaman ikimiz de şimdi ile karşılaştırıldığında “genç” sayılırdık!) Sosyalistleri daha çok kez şaşırtacaktık.

Konuşurken gayet kendinden emin, hiçbir cümlesinde en ufak bir düşüklük olmaksızın, salonu fikirlerinin peşine takarak dinleyenlere ilham veren Metin, ödülü alırken neredeyse mahcup bir genç gibiydi. Çok alçakgönüllü bir beden dili vardı öyle anlarda. İnsanların ne kadar alçakgönüllü olduğunu anlamak bazen yıllar alır, Metin’i o kadar yakından tanımadım. Ama beden dili çok öyleydi büyük sanatı konuşmayı icra etmezken.

Başka bir sahne hatırlıyorum. İstanbul’da bu sefer Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği’nin ana düzenleyicisi olduğu Kamu Girişimciliği konusunda. Dönem, solda, bugün inanılmaz gibi gelebilir ama “ha kamu mülkiyeti, ha özel, ne fark eder?” dönemiydi. Metin de, ben de konuşmalarımızda kamu mülkiyetinin kapitalist toplumda bile nasıl işçi sınıfı ve yoksullar açısından olumlu yönde kullanılabilecek özellikler taşıdığını ve sosyalizme geçişte bir zorunluluk olduğunu anlatmıştık. O dönemde her ikimiz de kendi yoldaşlarımızla birlikte Özgürlük ve Dayanışma Partisi içinde çalışıyorduk. ÖDP’nin çoğulcu ve kapsayıcı bir parti olma iddiası ile çıkış yaptığı dönemdi. ÖDP’ye de kamu mülkiyetine de birazdan döneceğim.

Ama insanı hafiften gülümsetecek bir hayali sahne kurmadan geçmeyelim: O toplantıda, diyelim altı-yedi konuşmacı arasında, hem kısa hem de uzun vadeli perspektifleri açısından bu kadar yakın şeyler söyleyen iki konuşmacıyı tanımayan biri çevresine "bunlar kim?" diye sormuş olsa, şu cevabı alırdı yüksek olasılıkla: "Temiz yüzlüsü Stalinist, sakallısı Trotskist"!

Metin’in bazen sakal bıraktığını ben de biliyorum. Ama mantığı kadar temiz bir yüzü vardı. Kimse yadsıyamaz.

Bir diyalektik vaka olarak Metin Çulhaoğlu

Diyalektik aklın sayısız üstünlüğü arasında en önemlilerinden biri, aynı sınıftan bütün olguların kolayca birkaç kategoriye ayrılıp, sonra her birinin üzerinde bir etiket olan birer şişeye yerleştirilip rafa kaldırılamayacağıdır. Somutun çok sayıda soyut belirlenimin ürünü olarak ortaya çıktığı ilkesi, her kategorizasyon yapılırken sınır vak’alarının belirmesini olanaklı kılar. Bir ressam empresyonist midir yoksa kübist mi? İkisi de değildir de bir geçiş anına işaret etmekte olmasın? Bir ülke feodal midir yoksa kapitalistleşmiş midir? Belki de orijinal kapitalistleşme süreçlerinde kategorizasyon için kullanılan kıstaslar, emperyalizm çağında feodalizmden kapitalizme geçmekte olan bir ülke için yeterli değildir, belki yeni soyut belirlenimler girmiştir işin içine, belki bu ülke tarihin o anında istisnai bir vak’a olarak düşünülmelidir.

İşte gerçekliğin soyutlanmış, bilimsel genellemelerle ele alınmış o yalın görünümünden tek tek olguların biraz sisli dünyasına geçmeye yöneldiğimizde, birçok somut olgu, vak’a, kurum, coğrafya ya da insan genel kategorilere çok kolay sığmayan bir görünüm arz eder. Haklı olarak diyebilirsiniz ki, “bakın, bu özelliği onu bu genel düşünsel kategorinin bir üyesi haline getirir.” O düşünsel kategorinin diğer olgularının arasına yerleştirirsiniz, olguların hepsi tekdüze bir sıralama içinde dizilmişken, onun bir yanı dışarıya doğru taşar. O yanı yeniden paketler, düzler, aykırılığı giderir, bakarsınız, sözü edilen olgu da ötekilerle aynı sıraya dizilmiş. Sonra öteki tarafa bir geçersiniz ki oradan başka bir yumru çıkmış, sıraya uymuyor.

İnsanlar tahta gibi yontulamaz. Kendilerinin yarattığı dalları, çatalları, budakları vardır. Evet bilimsel olarak bir kategoriye aittirler, ama başka kategorilerin tınısını, tonunu, kokusunu da getirirler insana.

Metin Çulhaoğlu’nu böyle ele almayı öneriyorum. Metin Çulhaoğlu’nu bulunduğu yerden çok memnun olduğunda bile o sınıfın dışına doğru dallar, çatallar, budaklar salan bir kişilik gibi görüyorum.

TİP-TKP geleneğinde aykırı bir şahsiyet

Her sosyalistin güzergâhı ancak sosyalist hareketin onun da faaliyet içinde olduğu dönem boyunca gelişimi ve değişimi içinde anlamlandırılabilir. Metin, yeni öğrendim ki, Sinan’ın (Cemgil) arkadaşıymış. Ama yol ayrımına gelindiğinde, anladığım kadarıyla 1968’den itibaren üyesi olduğu Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) doğrultusunu, Sinan’ın da önderlerinden olduğu 1971 devrimci atılımının yolundan yürüyenlerinkine tercih etti. Aynen kendisinden tam 47 yıl önce aynı günde gencecik yaşında kanserden ve devletten dolayı hayatını yitiren Harun Karadeniz’in öğrenci hareketinden geldiği halde TİP’in saflarını seçmiş olduğu gibi. Metin olayında, belki birazdan yapacağımız tespitlerde işte o çoklu belirlenim sürecinin bir ifadesi olarak Sinan’la arkadaşlığın veya daha geniş olarak o dönemde THKO hareketinin karargâhı gibi olan ODTÜ’nün Sosyalist Fikir Kulübü’nün bir aşamada yöneticisi olmuş olmasının etkisi vardır.

Etkilerden biri de Yalçın Küçük’tür elbette. Küçük, Marksist iken içinden geldiği geleneğe, yani TİP’e göre daha radikal politikalara yatkın biriydi. Güzergâhında daha sonra görülen ağır yalpalamalar ve en nihayetinde Türk Silahlı Kuvvetleri’nin arkasında yer alması, Genelkurmay komutanlarından sistematik olarak “Hazretleri” ekini kullanmadan söz edememesi, birinci TİP döneminde Aren-Boran çizgisinin, ikinci TİP döneminde ise Behice Boran’ın daha solunda yer aldığı gerçeğini unutturmamalı. Metin işte Küçük’ün o döneminde ondan etkilenmişti. Birlikte, elbette bir dizi başka militan kadro ile el ele, partinin Yürüyüş adını taşıyan dergisini çıkardılar. Bu onlara partiden ihraç edilmeye mal oldu. Parti dışında ise Sosyalist İktidar dergisini çıkardılar. Metin bu ikincisinin genel yayın yönetmenliğini de üstlenmişti.

Ama Metin’in içinden geldiği ortamdan ayrıksı bir tutumla sıyrılmasının en sembolik anı kırk yaş dolayında kendine yakın duran bir dizi genç Marksistle birlikte Gelenek dergisini çıkarmaya başladıklarında oldu. Gelenek dergisi son derecede ilginç bir profil çiziyordu Marksizmin haritası içinde. Metin TİP geleneğinden gelen ve Türkiye’de koşullar başka şekilde gelişmiş olsaydı tarihî Türkiye Komünist Partisi içinden gelmiş olabilecek olan bir kadro idi. Artık bir teorisyen haline gelmişti. Bu yeni aşamada, bu dergide toplanan Marksistler ve aralarında en deneyimlisi olan Metin Çulhaoğlu, Sovyetler Birliği Komünist Partisi’nin bütün tarih boyunca icraatının tamamına sahip çıkan TİP-TKP çizgisinden bazı konularda bütünüyle ayrıldığını çekinmeksizin ortaya koyuyordu. Gelenek’e göre içinden geldikleri siyasi çizgi zamanla kısmi bir yumuşama geçirmiş ve ufkunu demokratik bir Türkiye’nin kurulması programıyla sınırlamıştı. Oysa Gelenek bu yumuşamaya karşı çıkıyor ve sosyalist iktidara bağlanan kesintisiz bir yürüyüşü savunuyordu. Gelenek’ten iki yıl sonra çıkmaya başlayan bizim devrimci Marksizm olarak kabul ettiğimiz, dışımızdakilerin Trotskist diye niteledikleri Marksist akımın teori dergisi olmayı hedefleyen Sınıf Bilinci (1988-1999) dergisinin ilk sayısında yayınlanan yazımızın başlığı şöyleydi: “Gelenek’in Marksizmi: Stalinist Bir Sürekli Devrim Teorisi”.

Şimdi burada duralım. SSCB’nin kurulmasının zeminini yaratan 1917 Ekim devriminin Lenin’den sonra ikinci büyük önderi, devrimin başkenti Petrograd Sovyeti’nin ve onun ayaklanmayı yöneten organı Devrimci Askerî Komite’nin başkanı, daha sonra Sovyet ülkesini Beyaz karşı devrimden ve onun destekçisi 14 emperyalist ülkeden kurtaran Kızıl Ordu’nun kurucusu ve başkomutanı Lev Trotskiy’in Rus devrimi konusunda ta 1905’ten beri savunduğu teori ve programı az da olsa bilenler, bizim Gelenek’e yukarıda başlığı aktarılan yazımızda “Trotskistlik yapıyor ama Stalinizme sahip çıkmaya devam ediyorsunuz” dediğimizi anlayacaklardır. Hemen ekleyelim kendimize yontmaksızın: Gelenek’çiler susmadılar tabii. Bize hemen cevap verdiler ve işaret ettiğimiz çelişkinin var olmadığını ileri sürdüler elbette.

Konumuz kimin haklı olduğu değil. Konumuz yitirdiğimiz Metin Çulhaoğlu’nun Türkiye sosyalist hareketi ve Türkiye Marksizmi içindeki yeri. Kimin haklı olduğunu bırakıp şuna işaret edelim: Gelenek’in “Türkiye’nin elbette demokratik devrime ilişkin sorunları var ama bunu sosyalizmle çözeceğiz” demesi zaten Metin’in içinden geldiği asıl büyük geleneğe aykırıydı, ister Stalinizme aykırı olsun ister olmasın. Buna bir şey daha ekleyelim: Yukarıda SBKP’nin bütün icraatını baştan sona destekleyen TİP-TKP çizgisinde (belki birkaç eksantrik bireysel düşünür vardır, biz görmedik) hiç görülmedik biçimde, Gelenek dergisi bu ilk döneminde aynı zamanda, sıkı durun, Trotskiy’in SBKP’den ihraç edildiği 1927 yılından, özel olarak da Türkiye’ye sürgüne gönderildiği 1929’dan beri ileri sürülmüş bir tezden kopuyordu: Trotskiy hain değil değerli bir devrimci idi. Bazı konularda yanılmıştı, o kadar.

Şimdi, o aşamada, Gelenek’in genç teorisyenleri ve en başta Metin Çulhaoğlu hâlâ “Yalçın Hoca”larını seviyorlar, ona saygıda kusur etmiyorlardı. Ama Yalçın Küçük hiçbir zaman Trotskiy hakkında böyle bir açılımda bulunmamıştı. O yıllarda bu satırların yazarı kendisine neden kapalı mekânlarda bile kalpak taktığını sorduğunda “benim dostlarım beni Lenin’e benzetir, düşmanlarım ise Trotskiy’e” diyecek kadar Trotskiy’in romantik dünya devrimcisi imgesine sempati ifade edecek kadar açık görüşlüydü. Ama yine o yıllarda Trotskiy’in uluslararası izleyicilerinden Ernest Mandel İstanbul’a geldiğinde dergisi Toplumsal Kurtuluş’ta bunu bir uluslararası komplo ve bir polis operasyonu olarak niteleyecek kadar da geri pozisyon alabiliyordu.

Bunu neden anlattık? Metin eskiden ne ölçüde Yalçın Küçük izleyicisi olarak nitelenebilirdi, yeterince bilgimiz yok. Düşünce tarihçileri ileride bu sorunun izini sürecektir. Ama Metin 1986 sonrasında bağımsızlaşmıştı. Ve eski “Yalçın Hoca”sından çok daha radikal biçimde içinden geldiği çizgiye aykırı düşecek şeyler savunuyordu. Metin “outlier” idi. ODTÜ’den Ekonomi-İstatistik alanı mezunu olduğu için bunu en iyi o anlardı. “Aykırı değer” ya da “uç değer”. Ama bizim kullanımımız istatistik anlamda değil, diyalektik anlamda. Yazının başında sözünü ettiğimiz anlamda. Sıradışı.

Metin, bir dizi hata yapmış olabilir, hem teorik hem politik olarak. Şimdi konumuz o değil, Ama sıradanlığın kurbanı olmadı hiç.

Elde var bir.

Stalinizm içinde aykırı bir şahsiyet

Metin’in teorik mirasında herhalde en önemli evrelerden biri Tarih, Türkiye, Sosyalizm. Bir Mirasın Güncelliği başlıklı çalışmasıdır. (İstanbul: Yordam Kitap, 2016). Yordam Kitap basımı 2016 tarihini taşır ama kitabın ilk basımı 1988’de, yani tam da Gelenek dergisinin sözünü ettiğimiz ilk aşamasında yayınlanmıştır.

Metin burada eşitsiz gelişmeyi merkezî bir kavram olarak öne çıkarmıştır.[1] Metin’in eşitsiz gelişme hakkında söylediklerinin içinden geldiği gelenek açısından ne denli put kırıcı olduğunu anlayabilmek için Sovyetler Birliği’nde Lenin sonrası tartışmalarda eşitsiz gelişmenin nasıl bir yer tuttuğuna kısaca bakmak gerekir.

Bilindiği gibi, Lenin sonrasında Trotskiy ile Stalin’in adlarıyla özdeşleşmiş olan büyük tartışma aslında Marksizmin ilk gününden beri savunduğu dünya devrimi programı ile buna karşı Buharin ve Stalin’in birlikte geliştirdiği ama sonrasında Stalin’in yürürlüğe koyduğu “tek ülkede sosyalizm” programı arasında idi. Tek ülkede sosyalizm programı, bir devrim aracılığıyla kapitalizmi ilga eden bir coğrafyada kendi başına sınıfsız bir toplumun kurulabileceğini ileri sürüyordu. Oyda dünya devrimi programı tam da kapitalizmin dünyayı getirdiği aşamada bunun olanaklı olmadığı tezi üzerinde yükseliyordu. Bu nedenle “tek ülkede sosyalizm” tezinin eleştiricileri Marx’tan, Engels’ten, Lenin’den hareketle bunun nasıl mümkün olabileceğini soruyordu. Stalin ve izleyicilerinin buna esas teorik cevabı, “yok efendim, Marx ve Engels de tek ülkede sosyalizmin olanaklı olduğunu savunuyordu”… değildi! Gerekçelendirme “eşitsiz gelişme” kavramı aracılığıyla sağlanmaya çalışılıyordu. Buna göre “eşitsiz gelişme” emperyalizm çağına özgü bir yasaydı. Marx ile Engels’in çağında var olmayan bu yasa şimdi tek bir ülkenin diğerlerine yaslanmadan kendi başına sınıfsız topluma ulaşmasını artık olanaklı hale getirmişti.

İşte şimdi Metin’in Tarih, Türkiye, Sosyalizm’de eşitsiz gelişme konusundaki anahtar cümlesini okumanın ve anlamlandırmanın zamanı geldi:

“… [E]şitsiz gelişim yasasının, salt emperyalizm dönemine değil, sonuç olarak meta üretiminden kaynaklandığı için kapitalist evrenin tümüne damga vurduğu, uluslararası eşitsizlikler ötesinde, belli yerellik ve özgünlüklerde kendini tüm boyutlarıyla sergileyebileceği en başta bilinmelidir” (adı geçen yapıt, s. 64-65).

“Salt emperyalizm dönemine değil…” sizce boş yere mi söylenmiştir. Metin burada kendisinin içinden geldiği hareketin, tarihî TİP-TKP geleneğinin yukarıda sözünü ettiğimiz kriterini, yani SBKP’nin baştan sona bütün icraatını benimseme kriterini aşmış olmuyor mu? Bu, Stalinizmin bir tarihî-teorik kategori olarak dışına çıkmak değil mi? Metin yine bir “outlier” olarak sivrilmiyor mu? Sıradışı değil mi?

Ölümünün hemen ardından Metin’in düşüncesini çarpıtmak değil amacım. Onun için derhal ekleyeyim. Biz işte tam bu kitabın ilk yayınlandığı yıllarda 1988-89’da tanıştık. Türkiye sosyalizminin tarihsel belleğine “Kuruçeşme” olarak yerleşmiş olan “Birlik Tartışmaları” bağlamında. Tanıştık ve tartışmaya başladık.

Dönem, Stalinizmin Türkiye ve dünya solunda ilk kez kitlesel ölçekte tartışıldığı bir dönemdi. Ama maalesef Stalinizmi sorgulayanların önde gelenleri sağa doğru savruluyor, liberalizmi, giderek postmodernizmi benimsiyor, Stalinizmden kopacağız derken Marksizmden kopuyorlardı. Yine maalesef işaret SBKP’den gelmişti: Gorbaçov yönetimi Perestroyka politikası ile kapitalist restorasyonun taşlarını döşüyordu.

Kuruçeşme’nin bütünsel bir değerlendirilmesi bu yazının konusu değil. Sadece şu kadarını söyleyelim: Biz devrimci Marksistler ya da başkalarının gözünde Trotskistler, hem liberalizme hem de Stalinizme yükleniyorduk. Esas taarruzumuz liberalizme idi ama Stalinizmle de polemiğimiz epey sertti. “Stalin okulunda yetişmiş olan Marksistler” diye bir ifade bizim cenahtan birkaç defa kullanılmış olmalı ki, Metin bir gün şöyle dedi: “Biz Stalin okulunda yetiştik ve onu savunuruz.”

Neden yazıyorum bunu? Bu Metin’in “eşitsiz gelişme yasasının, salt emperyalizm dönemine” özgü olmadığını yazdığı 1988 yılından sonra söyleniyordu. Yani Metin Stalin’den vazgeçmemişti. Sadece sıradışı idi. O kadar. Daha ötesini iddia etmiyorum.

Ama sıradışı. Elde var iki.

Stalinizm ile Trotskizmin asimptotik dansı

1996’da Özgürlük ve Dayanışma Partisi’nde buluştuğumuzda manzara-i umumiye buydu. Bizim o dönemdeki oluşumumuz olan Patronsuz Generalsiz Bürokratsız Sosyalizm olarak amacımız (bir broşür ile uzun uzun izah edildiği gibi) Türkiye sosyalistlerinin geniş bir birlikteliği sayesinde sosyalizmin işçi sınıfı ile 12 Eylül’de darbe yemiş olan ilişkilerini yeniden kurup bir kitlesel işçi partisi oluşturmaktı. Bu başarılırsa buradan nasıl ilerleneceği yeni koşullarda sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarına göre kararlaştırılırdı. Ama her durumda hedef bir Leninist parti idi.

Metin ve arkadaşları o dönemde (daha sonra TKP adını alacak olan) Sosyalist İktidar Partisi’nden ayrılmış ve Sosyalist Politika adlında bir dergi etrafında toplanmışlardı. Bu sefer Kuruçeşme’den farklı olarak, sol içinde karşı karşıya değil aynı saflardaydık. Bir dizi başka unsurla birlikte Sosyalist Emek İnisiyatifi’ni (SEİ) kurduk. İşçi sınıfından vazgeçtikleri artık ayan beyan ortaya çıkmış olan çoğunluk akımlara karşı sınıf politikasını ve Marksizmi savunmak üzere güçlerimizi birleştirdik.

ÖDP’nin birleşik bir sol parti olarak gelişiminin tarihini anlatmanın yeri burası değil. Bizim işaret etmek istediğimiz şu: SEİ, Türkiye solunun tarihinde Sosyalist Politika ile Patronsuz Generalsiz Bürokratsız Sosyalizm grupları arasındaki işbirliği bakımından son derecede özgündür. “Stalin okulunda yetiştiğini” yüksek sesle söyleyenlerle Stalin ve tilmizlerince “hain” olarak ilan edilmiş Trotskistlerin ya da tersinden bakıldığında Stalin’i karşı devrimci ilan eden Trotskistlerle Stalin’den vazgeçmeyenlerin Marksizmi ve sınıf mücadelesini birlikte savunmalarının şaşırtıcı tablosudur.

Partinin birinci kongresinde muhalefetin eleştirilerine cevap vermek üzere bir sözcüyü sahneye çıkarıp süre sınırı olmayan bir cevap konuşması yaptıracak kadar usul erkân çiğneyebilen Marksizm karşıtı çoğunluk, ikinci kongrede beklemediği bir ideolojik-politik bozgunla karşılaştı.

Bu sürecin tarihini yazmak gerekiyor. Burada sadece birkaç noktaya değinelim. Birincisi, SEİ kongreye çok örgütlü ve sağlam bir hazırlıkla gelmişti. Başta kamu iktisadi teşebbüslerinin özelleştirilmesine karşı o güne kadar özelleştirilmiş olanların yeniden kamulaştırılmasını da savunan bir karar tasarısı olmak üzere sağlık, eğitim gibi alanlarda da kamu hizmetini ilke haline getiren bir dizi karar tasarısı hazırlanmıştı. İkincisi, SEİ dışında kalmayı tercih etmiş olan ama parti çoğunluğunun liberalizmine ve reformizmine ilkesel bir muhalefet gösteren, bugün Emekçi Hareket Partisi olarak örgütlenmiş olan çevre ile birçok konuda ortaklıklar kurulabilmişti. Üçüncüsü, çeşitli oturumlarda ve çeşitli tasarılar üzerinde konuşacak olan SEİ hatiplerinin listesi gayet dikkatli biçimde hazırlanmıştı. Konuşmacılar arasında Metin ile bu satırların yazarı da yoğun görev üstlenenler arasındaydı.

Dördüncüsü, SEİ’nin karar tasarıları liberalizm rüzgârına kapılmış, “ha özel mülkiyet, ha kamu mülkiyeti” ideolojisinin etkisindeki çoğunluğun tabanındaki dürüst ve emekçi unsurlar üzerinde çok ciddi bir etki yaratıyordu. Özelleştirme/kamulaştırma konusundaki ilk ve ana karar tasarısı, birinci oylamada geçti. Parti içinde küçük bir azınlık olan SEİ’nin çoğunluğun liderlerini öfkelendiren kamulaştırmayı savunması parti kongresinin onayını almıştı, bağlayıcı parti kararı haline geliyordu. İşin burada kapanması gerekiyordu. Ama divan en has burjuva partilerine yakışır biçimde “tasarı anlaşılmadı, oylama sırasında bazı delegeler kulisteydi” diyerek oylamayı tekrarlattı. SEİ tasarısı yine çoğunluğun oyunu aldı. Divan aynı komediyi iki defa daha oynadı. SEİ yine kazandı. Nihayet beşinci raund oylamada bir sosyalist partide kamulaştırma karşıtı bir çoğunluk az farkla sağlandı. Divan başkanı derin bir nefes almıştır! Sosyalist hareket ise utanılacak bir yara.

Beşincisi, bütün bu gelişmelerin sonunda yapılan 100 kişilik Parti Meclisi seçiminde SEİ, aralarında bu satırların yazarının ve Metin’in de bulunduğu beş temsilcisini epey yüksek oy sayılarıyla seçtirmeyi başardı. Küçük bir muhalefet için son derecede başarılı olan bu sonuç ancak çoğunluğun tabanından birçok delegenin de SEİ adaylarına oy kullanması sayesinde sağlanabilirdi. Parti Meclisi içinde elde edilen bu oran SEİ’ye aynı zamanda 25 kişilik Merkez Karar ve Yürütme Kurulu’na iki üyenin seçilmesini garanti etti.

Bu, çoğunluğun elbette örgütsel olarak kongreyi kazandığını ama ideolojik ve politik olarak yenildiğini gösteriyordu. Sınırsız zamana sahip olmayan (!) SEİ hatipleri, çoğunluğun tabanının yüreğini çalan, aklını çelen konuşmalar yapmışlar ve oylarını kazanmışlardı. Galip sayılır bu yolda mağlûp!

Stalinizm ve Trotskizm birlikte liberalizme kafa tutmuştu. Ekim devriminin programatik temelleri savunulmuş ve Türkiye sosyalizminin hatırı sayılır bir bölümünü bağrında toplayan bir partinin çoğunluğunun desteği kazanılmıştı. Bu, Türkiye’de Stalinizm ile Trotskizmin en yaklaştığı andı. Ama bu yaklaşma, asimptotik yani birbirine kavuşmaz eğrilerin yaklaşması tarzında oldu.

Bunun sağlanmasında Metin’in “outlier” karakterinin önemli bir rolü olduğuna kuşku yok. “Outlier” diyalektik anlamda. Sıradışı.

Bu yazıya aklıma çakılmış bazı sahnelerle başladım, tek bir sahne ile bitireyim. ÖDP İkinci Kongresi gecesi. SEİ içindeki iki ekipten, Sosyalist Politika ile Patronsuz Generalsiz Bürokratsız Sosyalizm’den birer grup komünist bir kutlamada buluşuyor. Metin onu bir daha görmediğim kadar mutlu. “Stalin okulu”nda yetişenlerin eleştirilmesine “biz Stalin okulunda yetiştik” diyen insandan bambaşka biri. Neredeyse değecek iki eğri ama öyle kalıyor. Metin eski TİP-TKP çizgisine dönmüş olanlara geri dönüyor. Demokratik Türkiye’nin siyasi yelpazesinin sol kanadını oluşturmaya düşkün bir ekibe. Sonrası uzun hikâye.

Yabancı

Albert Camus, sömürge halkı Cezayir’in ayaklanmasına “terörizme karşı olma” gerekçesiyle omuz vermeme hatasını yapan bir Cezayirli Fransızdı. Yakın dostu, Cezayir halkının sömürgecilik karşıtı savaşından alnı ak çıkan ender Fransız aydınlarından Jean-Paul Sartre onunla bu yüzden kavga etti. Sonra kavga bitmeden Camus bir otomobil kazasında pisi pisine gitti. Bu büyük yanlışa rağmen hâlâ değerli bir edebiyatçı olan Camus hayatını erkenden yitirmiş oldu. Pandemi döneminde, bir başka büyük romancı Gabriel Garcia Márquez’in Kolera Günlerinde Aşk’ı ile birlikte Camus’nün Veba romanı çok konuşuldu.

Camus’nün bir başka ünlü romanı vardır: Yabancı. Metin, bana bazen o romandaki Meursault karakterini hatırlatmıştır. Bazen şakacı, bazen muzip, bazen alaycı, çevresiyle rahat görünen ilişkiler kuran, kitlelere hitap ederken seller gibi akan konuşmasıyla insanları etkileyen, ama daha önce de söylediğim gibi sanatını icra etmezken gözler onun üzerine çevrildiğinde neredeyse utangaç bu adam, sanki aslında biraz herkese “yabancı” idi. Sadece sıradışı değil. Biraz da onun sonucunda yabancı.

Belki de yanılıyorum. Metin’i daha iyi tanıyanlar söylesinler. Ama yanılıyorsam bile Metin konusunda sadece bu son noktada yanılıyorum.

 


[1] Bu bölümde yazacağımız her şey, Stalin-Trotskiy tartışması dışında, Alp Yücel Kaya arkadaşımızın yakında yayınlanacak olan ve Türkiye’de bütün cumhuriyet dönemi boyunca tarih tartışmalarını Marksizm perspektifinden incelediği bir makalesinde daha ayrıntılı ve sistemli biçimde, üstelik Yalçın Küçük’ün “eşitsiz gelişme” kavramına atfettiği anlamla karşılaştırmalı biçimde anlatılmaktadır. Başka bakımlardan da son derecede yararlı olan bu makale Devrimci Marksizm dergisinin Eylül ayında yayınlanacak 50. sayısında okunabilir.