DİP 6. Kongre Belgeleri (7): Türkiye’de siyasal durum ve görevler üzerine rapor

DİP 6. Kongre Belgeleri (7): Türkiye’de siyasal durum ve görevler üzerine rapor

Gerçek gazetesi ve internet sitesinde daha önce Devrimci İşçi Partisi'nin 6. Kongresi'nin haberini ve çeşitli belgelerini yayınlamıştık. Aşağıda yayınlamakta olduğumuz rapor Devrimci İşçi Partisi’nin 6. Kongre hazırlıkları kapsamında 2021 yılının Temmuz ayında Merkez Komitesi’ne sunulmuştur. 6. Kongre tarafından, kongre kararlarının arka planını oluşturan kapsamlı analizler içermesi dolayısıyla raporun, Devrimci İşçi Partisi merkezi yayın organı olan Gerçek gazetesinin internet sitesinde, kongre belgeleri ile birlikte yayınlanmasına karar verilmiştir. Kongre ile ilgili tüm belgelere buradan ulaşabilirsiniz. 

 

Türkiye’de siyasal durum ve görevler üzerine rapor

Bu rapor Devrimci İşçi Partisi’nin 6. Kongre hazırlıkları kapsamında 2021 yılının Temmuz ayında Merkez Komitesi’ne sunulmuştur. 6. Kongre tarafından, kongre kararlarının arka planını oluşturan kapsamlı analizler içermesi dolayısıyla raporun, Devrimci İşçi Partisi merkezi yayın organı olan Gerçek gazetesinin internet sitesinde, kongre belgeleri ile birlikte yayınlanmasına karar verilmiştir.

Devrimci İşçi Partisi 5. Kongresi, 3. ve 4. Kongrelerde ortaya konan “devrim öncesi durum”un kapandığını tespit etmiş ancak şu rezervi koymuştur: “Belirli koşullar (ekonomik krizin bir sınıf mücadelesi dalgasına yol açması, dünya çapında altüst oluşlar, Türkiye’de halk kitlelerinin cesaretini arttıracak uluslararası ve/veya bölgesel isyan, ayaklanma, devrimler ve burjuvazinin kendi iç çelişkilerinin patlamalı biçimler alması olasılığı) durumu hızla tersine çevirebilir. Türkiye, hâlâ istibdadın sağlamlaşmış bir iktidar yapısı kurduğu bir aşamaya ulaşmamıştır. İstikrarsızlık aniden devrimci potansiyel taşıyan bir atılımı kışkırtabilir.” (5. Kongre Belgeleri: Türkiye’de siyasal durum ve devrimci görevlerimiz) Türkiye iç içe geçmiş bir biçimde kendini gösteren kriz dinamikleriyle karşı karşıyadır.

Ekonomik kriz, Üçüncü Büyük Depresyon’un belirlediği genel koşullar içinde, pandeminin yarattığı özel ve ek yüklerin altında, topyekûn bir iflâs tehlikesini gündeme getirecek derecede derinleşmektedir. Hâkim sınıfların iç siyasal çelişkileri her an bir rejim krizi doğurabilecek derecede sertleşme emareleri göstermektedir. Dış siyasette durum farklı değildir. Türkiye burjuvazisinin, ulusal sınırların dışına taşan çıkarlarını korumak üzere, yeni pazarlara ve enerji kaynaklarını ulaşmayı hedefleyen; başka bir yönüyle iç siyasetteki çelişkilerin üstünü örtmeye yarayan, yayılmacı bir şovenizmle, Sünni İslamcı mezhepçilikle kitleleri uyuşturan, yağmacı vaatlerle burjuvazinin fraksiyonlarını teskin eden, beklenti içine sokan dış siyaset çökmüş ve ayak bağı haline gelmiştir. Kısacası Türkiye durumun hızla değişmekte olduğu, ancak değişim ve gelişmenin yönünün bir dizi vektörün karşılıklı etkisi tarafından belirleneceği bir süreçten geçmektedir.

Türkiye kapitalizminin kriz dinamikleri

Türkiye ekonomik yönden son derece sarsıcı etkileri olan pandemi sürecine zayıf ve kırılgan bir yapıyla girmiştir. Pandemi süreciyle birlikte hemen her alanda ciddi bir kötüye gidiş yaşanmıştır. Ekonomi, yüksek enflasyon ve işsizliğin aynı anda yaşandığı bir stagflasyon süreci içine girmiştir. Yapısal cari açık problemi herhangi bir çözüme kavuşmadığı gibi derinleşme eğilimi göstermektedir. Türkiye’nin cari fazla verdiği kısa bir dönem olmuş (2019) ancak bu durum da 2018’in son çeyreğinde başlayan ve 2019’da iki çeyrek daha devam eden ekonomik daralmanın bir neticesi olarak ortaya çıkmıştır. Türkiye ekonomisinde hala büyüme ve cari açık el ele gitmektedir. 2019’un son çeyreğinden itibaren büyümeyi destekleyici politikalar ekonomiyi yeniden yüksek enflasyon eğilimi içine sokmaktadır. Resmi istatistik kurumunun açıkladığı enflasyon oranları gerçek rakamları yansıtmasa dahi enflasyondaki artış trendini gizleyememektedir. Merkez Bankasının rezervlerinin erimesinde yansımasını bulan döviz kıtlığı Türk lirasında süreklilik arz eden bir değer kaybına neden olmaktadır. Bu durum ödemeler dengesi krizi tehlikesini sürekli gündemde tutmakla birlikte enflasyonun düşmeyen ateşinin en önemli sebeplerinden birini oluşturmaktadır. Hayat pahalılığı mevcut durumda ve önümüzdeki süreçte geniş emekçi ve yoksul kitlelerin en büyük sorunlarından biri olmaya devam edecektir.

Türkiye ekonomisinin büyüme dönemlerinde dahi istihdam yaratmadığı, üretim alanında büyümenin sömürü oranlarının artışıyla gerçekleştirildiği ortadadır. Pandemi sürecinin işsizler ordusunun saflarında yarattığı devasa büyüme, resmi işsizlik tanımının darlığı ve ücretsiz izin dayatması ile makyajlanmıştır. Pandeminin ilk ayından itibaren değişik sebeplerle iş aramayıp resmi olarak işgücü dışına çıkan yaklaşık 1,5 milyon kişi vardır. İşten çıkarma yasağı adı altındaki ücretsiz izin dayatması ile birlikte, resmi işsizlik rakamları içinde görünmeyen 1 milyondan fazla kişi daha işsizler ordusuna katılmıştır. Pandemi sürecinin açılma-kapanma dönemlerine paralel olarak genişleyip daralan işsizler ordusunun toplam işgücüne oranı yüzde 25-30 arasında değişmektedir. “Kısa çalışma”, artan işsizlik olgusunun bir başka veçhesidir. Büyük sanayi sermayesi başta gelmek üzere burjuvazi ücret yükümlülüklerini kısa çalışma ödeneği vasıtasıyla İşsizlik Sigortası Fonu’na yıkmış durumdadır.

Büyük burjuvazi İşsizlik Sigortası Fonu’nu sonuna kadar yağmalamakta kararlıdır ve bunun için siyasi iktidarı “üretim şantajı” ile sıkıştırmaktadır. Erdoğan, kısa çalışma ödeneğinde pandemi dolayısıyla getirilen kolaylıklara son vermek istediğinde TOBB’un “istihdamı sürdürmeyiz” diyen muhalefeti karşısında derhâl geri adım atmak zorunda kalmıştır. Pandeminin ilk aylarında kısa çalışmada olan işçi sayısı 3 milyonun üstünde seyretmiş, 2020 yılının Ekim ayı dışında 1 milyonun altına hiç inmemiştir. Kısa çalışmadaki işçileri, ilk fırsatta işsizler ordusuna dahil olacak bir kitle olarak düşünmek gerekir. İşsizlik Sigortası Fonu uzun süredir Devlet İç Borçlanma Senetleri vasıtasıyla bütçe açığının finansmanı için kullanılmış, toplam fon değerinin kullanılabilir durumda olan yüzde 10’un altındaki kısmı ise pandemi sürecinde kısa çalışma ödeneği, nakdi ücret desteği (ücretsiz izin ödeneği) ve sermayeye verilen destek ve teşviklerle suyunu çekmiş durumdadır. İşsizlik Sigortası Fonu’nun bu şekilde sermaye tarafından yağmalanması ancak birkaç ay daha sürebilir. Sonbaharla birlikte işsizlik sigortası fonunun nakit ihtiyacı ancak Merkez Bankası tarafından fiilen karşılıksız para basılarak sağlanabilir duruma gelecektir. Bu da mevcut durumda zaten ağır olan işsizlik tablosunun aslında iktidar tarafından İşsizlik Sigortası Fonu aracılığı ile baskılanmakta olduğunu göstermektedir. Bu baskı kalktığı anda dev bir işsizlik tsunamisi gelecektir. Bu baskılama sürerse bunun sonucu zaten yüksek olan enflasyonun hiperenflasyon boyutuna ulaşması olabilir.   

Merkez Bankasının döviz rezervlerinin erimesi, salgın sürecinde turizm sezonunun beklenen döviz getirisini sağlayamaması ve ülkenin risk priminin yüksek seyretmesi halinde sıcak paranın Türkiye’ye gelmek için sürekli daha yüksek bir faiz talep etmesi cari açığın finansmanını zorlaştıracaktır. Bu durum Türkiye’nin sürekli olarak bir döviz krizinin eşiğinde bulunmasına neden olmaktadır. İstibdadın bu gidişatı engellemek için zaman zaman piyasa mekanizmaları ile ters düşme görüntüsü verecek ama serbest piyasanın kırmızı çizgilerini aşmayacak “yarı yol” politikaları uygulayabileceğini 5. Kongre kararlarında şu şekilde öngörmüştük: “Krizin akut görünümlerine karşı, spekülatif atakları dizginlemeye yönelik olarak atılacak (en önemlisi sermaye akımlarına engeller getirerek TL’nin konvertibilitesinin, yani yabancı paralara çevrilmesinin kısıtlanması veya bütünüyle kaldırılması olmak üzere) müdahaleci adımlar, özel mülkiyet ve piyasa ilişkilerinde yapısal dönüşümler olmadan yarı yolda kalmaya mahkûmdur ve orta vadede sorunları daha da derinleştirecektir.” Geçen süreç içinde öngördüğümüz gibi istibdad rejimi müdahaleci bir politika izlemiştir. Ancak bu müdahalecilik “yarı yol” diyebileceğimiz noktaya kadar bile gelememiş, sermaye hareketlerinin serbestliği ve dövizin konvertibilitesi dokunulmaz olarak kalmıştır. Erdoğan’ın istibdad rejimi piyasanın işleyiş mekanizmaları üzerinde bir hakimiyet kuramamış tam tersine piyasanın istibdadını sineye çekerek hareket etmiştir. Bunu iktidarın, Merkez Bankasının döviz rezervlerinin kamu bankaları eliyle “piyasaya satılması” ile piyasadaki döviz arzını arttırarak TL’deki değer kaybını dizginlemeye çalışmasında görüyoruz. Merkez Bankası ve kamu bankaları üzerinden bu operasyon yapılırken kısa devreye getirilen mekanizma piyasa değil kamu yönetiminin işleyiş teamülleri olmuştur. Piyasa mekanizması döviz arzını adeta bir değirmen gibi öğütürken tam da 5. Kongre’de öngördüğümüz gibi bu müdahalenin orta vade sonucu krizin daha da derinleşmesi olmuştur.

Özelleştirme rekorları kıran, devleti üretimin dışına atan, kamu harcamalarını kamu-özel işbirliği ve yap-işlet-devret modeli ile taşeronlaştıran AKP’li yıllarda devletin dış borç yükü azalıyor gözükse de aslında dış borç yükü özel sektörde birikmekteydi. Bu durum en az yüksek devlet borçluluğu kadar tehditkâr niteliktedir. Özellikle TL’deki değer kaybı özel sektörün dış borcunun katlanmasına neden olmuş, muhtemel bir iflaslar zinciri ile ekonomide ciddi bir çöküntü yaşanması olasılığı gündeme gelmiştir. İstibdad rejimi, iflasları önlemek için özel sektörün borcunu vergi indirim ve afları yoluyla, destek, teşvik ve muafiyetlerle, en çok da kredi garanti fonu ile özel sektöre kefil olarak devletleştirmiştir. Ayrıca Türkiye’nin yayılmacı dış siyasetinin kamuya maliyeti son 10 yılda askeri harcamaların iki kat artması olmuştur. Gelinen aşamada AKP’nin yıllarca düşük olmasıyla övündüğü bütçe açığı kontrolden çıkmış bütçe açığı/GSYİH oranı Maastricht Kriterleri’nin sınırı olan yüzde 3’ü (yüzde 3,4) geçmiştir. Pandemi sürecinde OECD ülkeleri içinde kamu bütçesinden en az destek veren ülkeler arasında olan, pandemi desteklerini kredilerle ve İşsizlik Sigortası Fonu’nu yağmalayarak finanse eden AKP hükümeti buna rağmen 2020 yılında 37 milyar lira bütçe açığı vermiştir. Bu süreçte kamu dış borç stoku da 105 milyar dolara çıkmıştır. Yine kamu bankaları sermayenin kurtarılması için seferber edilmiş başta konut sektörü olmak üzere sermayenin arz fazlası tüketici kredileri vasıtasıyla eritilirken, geniş kitleler daha fazla borçlandırılmıştır.

Devletin aşırı borçlanmasının faturası yüksek vergilerle, zamlarla ve kamu hizmetlerinde yapılan kesintiler aracılığıyla emekçi halka yüklenmektedir. Ancak bu dolaylı bir yüktür. Bir de emekçi halkın doğrudan borçlanması söz konusudur. 2020 Eylül ile 2021 Mart ayları arasında hanehalkı toplam finansal yükümlülükleri yüzde 6,1 oranında artmış. Bu artışın 5 puanı ihtiyaç kredileri ile kredi kartlarından gelmiştir. Konut ve taşıt kredilerinde de artış söz konusudur ancak esas büyük artış açlık sınırına mahkûm edilen milyonların geçimini sağlamak için borçlanmasından ileri gelmektedir. Kredi kartına yüklenme, krediyi kredi alarak çevirme işçi sınıfı için geçimini sağlamanın olağan biçimleri haline gelmiştir. İşçi sınıfı açısından iş güvencesi giderek yok olmakta, güvenceli görünen sektörlerde bile işten çıkarılma tehdidi güncel bir baskı unsuru haline gelmektedir. Diğer yandan sermayenin bitmek bilmeyen pandemi bahanesi ve devasa boyutlara ulaşan yedek sanayi (işsizler) ordusu ücretleri baskılamaktadır. Bu borç sarmalının sürdürülebilir olmadığı ortadadır. İşçi sınıfı içinde giderek yayılan kripto para spekülasyonu, Çiftlik Bank, Thodex gibi dolandırıcılık vakalarının artışı, cahillikten, kısa yoldan zengin olma çabasından çok hayatın normal akışı içinde borç sarmalından kurtulmanın olanaksız hale gelmesinden kaynaklanmaktadır. Halkın aşırı borçlandırılması bir yandan “işinden olma korkusu”nu arttırmakta ve emekçi halk içinde tutucu eğilimleri kuvvetlendirmekte diğer yandan olası bir kitlesel işsizlik dalgasıyla beraber banka hacizlerinin yaygınlaşması, emekçi halk nezdinde tepkilerin son derece patlayıcı biçimler almasını olasılık dahiline sokmaktadır.

Burjuvazinin işçi sınıfına karşı ortaklaşan kendi içinde saflaşan yapısı

Türkiye burjuvazisi ekonomik kriz sürecini parçalanmış halde ve iç çatışma içinde yaşamaktadır. Burjuvazinin batıcı laik ve İslamcı kanatları arasında süregiden iç savaşta, işçi sınıfına karşı ortaklaşan çıkarlar çelişkileri yumuşatıcı, uzlaştırıcı bir rol oynarken, kriz dolayısıyla küçülen pasta üzerindeki paylaşım kavgası kızışmaktadır. Siyasi iktidar, çatışan sermaye fraksiyonlarından birinin lehine icraatta bulunurken diğer sermaye fraksiyonunun bu icraata tahammül sınırları daralmaktadır. Türkiye burjuvazisinin tüm fraksiyonları açısından ortak çıkar ve politikalar da söz konusudur. Burjuvazinin iç çelişkilerinden önce, ortaklaşan stratejik çıkarlarının doğru kavranması sınıf mücadelesindeki politik ve sendikal mevzilenme açısından son derece kritik önemdedir.

Krizin faturasını işçi sınıfına yıkmak ortak ve öncelikli bir amaç olarak ortaya çıkmaktadır. Türkiye’nin pandemi sürecinde bozulan tedarik zincirlerinde özel bir konum elde etme hedefi yine ortak bir perspektif olarak öne çıkmaktadır. Ki bu perspektifin en önemli unsuru da Türkiye’nin gerek ihracatçı sermaye grupları için gerekse de yabancı doğrudan yatırımlar için ucuz ve örgütsüz emek gücü sunmasıdır. Bu bağlamda “yapısal reformlar” kod adıyla anılan esnek çalışma saldırıları da burjuvazinin ortak programı olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu saldırının ilk adımı pandemi dönemi esneklik uygulamalarının kalıcılaştırılması olacak, peşinden de kıdem tazminatı hakkının gaspı gelecek, kıdem tazminatının fona devredilmesiyle (patron örgütlerinin fona devir konusundaki itiraz ve çekinceleri de giderildiği ölçüde) burjuvazi, işsizlik sigortası fonunun yanında, yağmalayacağı yeni bir kaynak oluşturacaktır. İşçi sınıfına karşı burjuvazinin ortak çıkarlarını yansıtan bu programı sermaye açısından son derece yaşamsal ve stratejiktir. Bu programın hayata geçirilmesi işçi sınıfına karşı baskı yöntemlerinin uygulanmasını gerektirmektedir. Sendikasızlaştırma saldırıları ve fiili grev yasakları gibi sınıf mücadelesi üzerindeki fiili baskılar burjuvazinin tüm kanatları tarafından istenmektedir. Bu gerçeklik, istibdad rejimi bir yönüyle burjuvazinin İslamcı kanadına yaslanıyorsa da kritik dönemeçlerde batıcı laik burjuvazinin de bu iktidara karşı uzlaşmacı ve işbirlikçi bir tutum alabilmesine neden olmaktadır.

Ekonomik kriz, burjuvazinin işçi sınıfına karşı mücadelesini olduğu kadar kendi iç rekabetini de alabildiğine kızıştırmaktadır. Bu rekabetin son süreçte aldığı somut biçimlere geçmeden önce arka plandaki ana çelişkileri ve bu çelişkilerin iç ve dış siyasetteki izdüşümlerini bu analizden hareketle ortaya koymak gerekmektedir. Türkiye’nin tekelci finans kapitalinin (sanayi ve banka sermayesinin entegre olduğu büyük sermaye birimleri) ana gövdesini halen Batıcı-laik burjuvazi (TÜSİAD) oluşturmaktadır. İslamcı sermaye AKP’li yıllarda ciddi bir nicel gelişme gösterdiyse de nitel olarak Batıcı-laik burjuvazinin ana unsurlarıyla kamu bankalarının desteği ve devlet ihalelerinde elde edilen siyasi öncelikler haricinde bağımsız bir rekabete girecek boyuta ulaşamamıştır. İslamcı sanayi ve ticaret burjuvazisinin banka sermayesi ile bütünleşmesi, bağımsız finans-kapital birimlerinin inşasından çok içeride devlete ve dışarıda da körfez sermayesine (birçok durumda İslami fonların merkezileştiği Londra dolayımıyla) iliştirilmiş bir biçimde gerçekleşebilmektedir. Bu anlamıyla ağırlık merkezini MÜSİAD’ın oluşturduğu İslamcı sermaye, 100 yıl önceden başlayarak devletin kanatları altında, İş Bankası ve kamu bankalarının desteğiyle ve emperyalist finans kapitalin şubesi olarak yükselen Batıcı-laik burjuvazinin gerisinden gelmektedir.

Bugün Türkiye’nin en zenginleri listesine giren, dünyada en fazla devlet ihalesi alan şirketler içinde en tepede yer alan, kamuoyunda “beşli çete” olarak bilinen sermaye grupları ise vergi muafiyetleri ve devlet desteği olmadan kendi başlarına bağımsız bir güç odağı olmaktan uzaktırlar. Bu “müteahhit” sermaye grupları esas olarak istibdad rejiminin gayriresmi finansmanının aracılığını yapmaktadırlar. Aslında bunların sayıları beşten daha fazladır, devletin altyapı ihaleleri dışında medya sektöründe de yer alan Demirörenler, Albayraklar; Nurollar ve Sancaklar ile birlikte silah sanayiinde köşe başını tutan Bayraktar grupları da istibdad rejimine iliştirilmiş sermaye grupları içindedir. Bu grupları İslamcı sermaye ile özdeş görmek yanlış olur. Zira bir burjuva örgütü olan MÜSİAD, daha küçük ölçekli sermayeyi ve esnafı temsil eden TESK, sermayenin çatı örgütü TOBB siyasal olarak Erdoğan’ın ve Cumhur İttifakı’nın etkisi altında olsa da bu örgütler homojen bir siyasal yapıda değildir.

Bu yapılar AKP’nin ve Erdoğan’ın haricinde İslamcı muhafazakâr siyasal cenahtan Saadet Partisi ile birlikte son dönemde Davutoğlu ve Babacan’ın da etki alanı içindedir. “Beşli çete” kod adıyla bilinen gruplar ise istibdad rejimi ile gayriresmi yer yer gayrimeşru/illegal bir dizi bağ (akrabalık ilişkileri dahil) ile bağlanmış durumdadır. Bir kader birliği içindedir. Bunlar birçoğu köken olarak da İslamcı sermayenin organik unsurları değildir. Yıldırım Demirörenler, Ethem Sancaklar, Nihat Özdemirler, Erman Ilıcaklar aynı zamanda TÜSİAD üyesidir. Geçmişte TÜSİAD içinde önemli görevler almışlardır. Bu sermaye grupları geleneksel MÜSİAD sermayesinden farklı olarak Batıcı-laik burjuvazi içinden devşirilerek doğrudan siyasal iktidara iliştirilmiş ve siyasal iktidardan özerk bir güç odağı olmayan oligarşik bir yapı arz etmektedir.

MÜSİAD, AKP’li yıllarda önemli ölçüde büyümüşse de üyeleri içinde hala KOBİ karakteri ağır basan ve ekonomik gücünden ziyade üye sayısının fazla olmasıyla öne çıkan bir sermaye odağıdır. MÜSİAD’ın Erdoğan ve müttefikleri etrafında adım adım inşa edilen istibdad rejimini tek başına finanse edecek güçte olmadığı açıktır. MÜSİAD sermayesi bu noktada istibdad rejimi için kaynak yaratan bir pozisyonda değildir. Tam tersine küçük ve orta ölçekli sermaye gruplarını iflastan uzak tutmak, bu sermaye gruplarının Anadolu geleneksel küçük burjuvazisi ve köylülüğü ile sıkı bağları düşünüldüğünde (muhafazakar siyasetin hegemonyası altındaki çok geniş bir nüfus kesimi) istibdadın istikrarsızlığına koşut olarak karşımıza çıkan bir tür sürekli seçim ekonomisi açısından elzemdir. Bunun için faiz oranlarının sürekli baskılanması gerekmektedir. Faizleri baskılamak, yine sürekli seçim ekonomisi için gerekli iktisadi büyümeyi ve istihdamı sağlayan inşaat ve emlak sektörünün ayakta tutulması için de zorunludur. Bu grupların toplu halde iflasa sürüklenmesinin, aşırı şişkinlik içindeki konut ve ihtiyaç kredileri vasıtasıyla bankacılık sektöründe zincirleme bir etkide bulunması ve kaçınılmaz olarak istibdadı sarsacak siyasal sonuçlar doğurması mümkündür. İç piyasaya yönelik faaliyetleri göreli olarak ağırlıkta olan bu sermaye grupları ekonomide korumacı politikaların en istikrarlı destekçisi konumundadır. Erdoğan’ın düşük faiz takıntısı, “faizin enflasyonun sebebi olduğuna” (yerleşik iktisat teorisine tamamen zıt bir düşünce) saplantılı şekilde inanmasına bağlansa da bu yanlıştır. Mesele bir teorik tartışma değildir temelinde maddi çıkarlar bulunmaktadır.

TSK’nın istibdadın finansmanındaki rolü

İstibdad rejiminin finansmanı süreç içinde son derece pahalı hale gelmiştir. Nereye gittiği sorulan meşhur “128 milyar dolar” istibdadın izlediği ekonomi politikasının Merkez Bankası rezervlerindeki maliyeti olarak karşımızda durmaktadır. Ana akım medyanın istibdadın hakimiyetine geçmesi ve hakimiyet altında tutulması, başkanlık rejiminin beklendiği gibi istikrara kavuşmaması ve devamlı bir erken seçim gündeminin varlığı yüzünden sürekli hale gelmiş bir fiili seçim ekonomisinin finansmanı için devasa kaynaklar harcanmaktadır. Ancak maliyet bunlarla da sınırlı değildir. Suriye’de ve Libya’da sürdürülen askeri operasyonlarda paralı askerlerin maaşa bağlanmasının, konvansiyonel ordunun ve donanmanın sürekli hareket ve operasyon halinde olmasının (son süreçte bilhassa Libya gibi görece olarak uzak bir savaş bölgesiyle ikmal hatlarının sürekliliğinin korunması ve Güney Kürdistan’da süreklilik arz eden askeri operasyonlar ve sınır ötesinde çok sayıda üs kurulması) yani süreklileşmiş bir savaş ekonomisinin mali yükü de son derece yüksektir.

İstibdad rejimi maliyeti çok yüksek olan bir sürekli bir erken seçim ve sürekli bir savaş ekonomisi yürütmektedir. İstibdadın kontrolü altındaki devlet bütçesi bu ekonominin finansmanı için ana kaynaklardan biridir. Ancak bu kaynak tek başına yeterli olmadığı gibi istibdadın devlet bütçesini kullanmaktaki keyfiliğinin siyasi sınırları (başkanlık rejimine geçişle bu sınırlar da hayli aşınmıştır) vardır. Kamu varlıklarının Varlık Fonu’nda birleştirilmesiyle istibdad rejimi kendisi için, denetimsiz bir alternatif hazine oluşturmuştur. Varlık Fonu ayrıca kamu varlıklarının ipotek edilmesine olanak sağlayan alternatif bir dış kaynak yaratma/borçlanma kanalı olarak işlev görmektedir. Yap-işlet-devret modeli ile gerçekleştirilen altyapı yatırımları da geçiş, hasta vb. garantileri karşılığında hem yabancı sermaye çekmenin (Osmangazi Köprüsü-İtalya, Yavuz Sultan Selim Köprüsü-Çin, Çanakkale Köprüsü-Güney Kore, Akkuyu Nükleer Santrali-Rusya) hem de devlet bütçesinden oligark müteahhitler aracılığıyla istibdadın siyasal finansmanına kaynak aktarmanın bir yolu olarak benimsenmektedir.

Bir başka kaynak yaratma aygıtı ise bilfiil Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kendisidir. Ziraat Bankası’ndan verilen karşılıksız kredi ile Doğan medya grubunu alarak, merkez medyayı istibdadın kontrolüne sokan Demirören grubu zarar eden Total şirketinin Türkiye haklarını OYAK’a satarak doğrudan TSK tarafından da finanse edilmiştir. Uzun bir süre boyunca Katar’dan (Katar’da kurulan Türk askeri üssü, BAE-Suud ambargosuna karşı Katar’a askeri himaye, Tank Palet fabrikasına Katar sermayesinin ortak edilmesi vb.) son dönemde ise Azerbaycan’dan (Karabağ savaşında SİHA ve askeri danışmanlık desteği, ortak tatbikatlar F-16’ların caydırıcı bir unsur olarak Azerbaycan’da konuşlandırılması vb.) Türkiye’ye, bu ülkelerin petrol ve doğalgaz kârlarından oluşan cömert denebilecek bir sermaye akışının gerçekleşmesinde TSK’nın oynadığı rol ortadadır. Doğu Akdeniz’de de doğalgaz paylaşım mücadelesinde son derece kritik bir rol oynayan, Libya ile ikili münhasır ekonomik bölge anlaşmasını imzalayan Ulusal Mutabakat Hükümeti’nin ayakta tutulmasında, TSK’nın rolü (Türk donanmasının korumasında silah ve paralı asker sevkiyatı, SİHA yardımı, özel kuvvetler ve istihbarat desteği vb.) belirleyicidir. TSK’nın Suriye’de, Libya’da ve Azerbaycan’da yürüttüğü operasyonlar, “beşli çete” konseptinin silah sanayiindeki izdüşümü olan Bayraktarların ürettiği İHA ve SİHA’lar için vitrin işlevi görmüştür. Ancak İHA-SİHA üretiminin de aslen “yerli ve milli” bir üretim olmadığı, gerek kullanılan motorların gerekse de silah sistemlerinin yüksek teknoloji gerektiren parçalarının Batılı emperyalist şirketlerle ortaklık içinde üretildiği resmen kabul edilmese de bir aşamada İngiliz medyasına sızmış bir bilgidir. Milli Tank (Ethem Sancak-Katar), Milli Uçak (Nurol Holding-Britanya) çok daha büyük ölçekli projeler olarak aynı mahiyettedir. TSK, yabancı sermayenin bu projeler aracılığı ile Türkiye’ye çekilmesinde de hami ve garantör rolü üstlenmektedir.

Yarı askeri rejimin maddi temelleri

Türkiye’deki istibdad rejiminin yarı-askeri karakterini belirleyen en önemli unsurlardan biri de TSK’nın istibdadın finansmanındaki pozisyonudur. Bu pozisyon 15 Temmuz darbe girişiminin ardından adım adım şekillenmiştir. Dışarıdan “tek adam rejimi” olarak görülen ancak devletin silahlı çekirdeğinde “tek adam Erdoğan”a inisiyatif alanı bırakmayan, dış politikayı ve hem iç hem dış politika bağlamında Kürt sorununda izlenecek siyaseti tamamen silahlı kuvvetlerin uhdesine bırakan bir yarı askeri rejim söz konusudur. 15 Temmuz’dan sonra TSK, iktidar üzerinde MGK aracılığıyla vesayet oluşturan bir güç odağı olmanın ötesine geçerek, Milli Savunma Bakanlığı (artık bakanlık fiili Genelkurmay Başkanlığıdır ve biçimsel olarak sivil özünde askeri karakterdedir) üzerinden doğrudan iktidar ortağı olmuştur.

15 Temmuz darbe girişiminin başarısız olmasının yarattığı özgül koşullar içinde Harp Okulları Milli Savunma Üniversitesi’ne dönüştürülmüş, Jandarma örgütü İçişleri Bakanlığına bağlanmışsa da bu alanların da sivil idarenin (tek adamın) sınırsız tasarruf alanı içine girdiği söylenemez. Erdoğan’ın “dere geçilirken at değiştirilmez” dediği MİT Başkanlığının da iktidarın askeri kanadının bir unsuru olarak öne çıktığı ve biçimsel olarak cumhurbaşkanına bağlı olsa da büyük oranda özerk hareket ettiği, 15 Temmuz’u Erdoğan’a haber vermeyen Hakan Fidan’ın fiili bir siyasi dokunulmazlık statüsüne kavuşmuş olduğu açıktır. İktidarın askeri kanadının TSK, Jandarma/Polis ve MİT’in dışında ülke içindeki örtülü operasyonlarda rol alan kontrgerilla ve mafya unsurlarını da içerdiği, bu kanadın gayriresmi siyasi sözcülüğünü ise pek çok durumda MHP ve Devlet Bahçeli’nin yapmakta olduğunu eklemek gerekmektedir.

Nihayet istibdad rejiminin finansmanında kara paranın rolü son dönemde ortaya dökülen ifşaat, iddia ve itiraflarla açıkça ortaya çıkmıştır. Uyuşturucu, silah kaçakçılığı, büyük ölçekli mülkiyet gaspları, arazi-imar yolsuzlukları, ihaleye fesat karıştırma gibi kara para başlığı altında toplanan milyarlarca dolara ulaşan para trafiğinde kontrgerilla ve mafya unsurlarının kullanılmış olması, devletin resmi kurum ve kuruluşlarının bu süreçlerde kolaylaştırıcı hatta koordine edici rol oynamış olması şaşırtıcı değildir. Söz konusu kara para trafiği son dönemde ortaya çıkmış ve yoğunlaşmış değildir. Ayrıca bu gayrimeşru trafiği büyük burjuvazinin “muteber” temsilcilerinin bulaşmadığı “karanlık” bir alan olarak görmek büyük bir yanılgıdır. Koç Ailesi’nin damadı İnan Kıraç’ın adının mafya aracılığı ile borcunu sildirme, “malvarlığına çökme” iddialarına karışması bu anlamda şaşırtıcı değildir. Yine 2000’li yılların başında Petrol Ofisi’ni satın alan Doğan Holding’in Ersin Özince gibi Batıcı-laik burjuvazinin muteber simalarıyla birlikte Azerbaycan’dan akaryakıt kaçakçılığı yaptığı ortaya çıkmıştır. Tartışmaların odağındaki Bodrum Yalıkavak Marina’daki en büyük turizm yatırımcıları arasında Koç Holding’e ait SETUR’un bulunması tesadüf değildir. Suriye’de silah kaçakçılığı, terör örgütleriyle işbirliği vb. iddiaları tartışılırken, DAİŞ petrollerinin Türkiye’ye taşınması ve satılmasıyla ilgili tartışmalar yeniden ısınmaya başlamışken Güler Sabancı’nın Berat Albayrak’ın enerji bakanlığı dönemini övmesini, söz konusu dönemde DAİŞ petrollerinin Türkiye’ye taşınıp Koç Holding’e ait Batman rafinerisinde işlendiğine dair Rusya’nın yaptığı ifşaatı unutmamalıyız.

Mafyanın boy gösterdiği illegal ilişkilerin öne çıktığı alanda yaşanan çatışmalar burjuvazinin kendi içindeki iktidar kavgasının, spesifik olarak devlet içinde bozulan ve yeniden kurulan ittifak ilişkilerinin bir izdüşümü olarak yaşanmaktadır. Türkiye’de yozlaşma, mafyalaşma, çeteleşme, uyuşturucu ticareti vb. son dönemde artmış değildir. Tam tersine genelde burjuvazinin iç savaşının keskinleşmesi özelde istibdadın kendi iç çelişkilerinin artması bu alandaki rekabeti de kızıştırmaktadır. Burjuvazi içinde rekabet kızıştıkça istibdad rejimiyle organik ilişkiler geliştirmiş yapılar öne çıkmakta, istibdada bir tür “dışarıdan destek” veren Batıcı-laik burjuvazinin oyuncularını kenara itmektedir. Batıcı-laik burjuvazinin “amiral gemisi” niteliğindeki medya gruplarının Doğan Holding’ten Demirören’e geçmesi, Tank Palet fabrikasının Koç’un Otokar firmasından alınıp Ethem Sancak’ın BMC’sine verilmesi, 2000’li yıllardan itibaren nükleer santral projesine talip olan Koç ve Sabancı’nın Rusya devlet şirketi Rosatom ile Cengiz-Kalyon-Kolin konsorsiyumunun ortaklığı ile yürütülen Akkuyu Nükleer Santral projesine dahil edilmemesi, Koç Holding’in rafineri alanındaki tekel konumuna Socar ile istibdada iliştirilmiş sermaye grupları aracılığıyla ortak olunması, Koç’un RMK tersanesinin aldığı Milgem (Milli Savaş Gemisi) ihalesinin iptal edilip Kalkavan’a verilmesi vb. gibi gelişmeler buna örnek gösterilebilir.

Kamu kaynaklarının kullanıldığı, uluslararası askeri ve diplomatik ilişkilerin belirleyici rol oynadığı bu tür stratejik projelerdeki tercihle basitçe Erdoğan ve iktidarının yandaş sermaye gruplarını koruması ve kollamasıyla izah edilemez. Kamuoyunda “beşli çete” olarak karikatürize edilen oligarklar sadece Erdoğan tarafından değil belki de çok daha fazla TSK’nın en üst kademesi tarafından koruyup, kollanmakta, kayırılmaktadır. Bir dönem “Erdoğan’a aşığım” diyen Ethem Sancak’ın bir televizyon röportajında Erdoğan’ı koşulsuz desteklemediğini, örneğin “S400’den vazgeçerse” onun da Erdoğan’ı desteklemeyi bırakacağını söylemesi sembolik anlamda önemlidir. Zira Tank Palet fabrikası ve Altay tankı ihalelerini Koç’tan Sancak’a (BMC) getiren güç tek başına Erdoğan değildir. TSK’nın rolü de belirleyicidir. Son olarak Tank Palet fabrikasına ortak olan BMC’den Ethem Sancak çıkmış ve çoğunluk hisseleri Tosyalı Holding’e geçmiştir. Bu el değişikliğinin ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan, yanında Hulusi Akar (MSB), Yaşar Güler (Gen.Kur.Bşk.) ve Ümit Dündar (KKK) olmak üzere, bir dizi bürokrat ve bakanla birlikte Tank Palet fabrikasını ziyaret etmiş ve bu el değişikliğinin de askeri kanatla mutabakatın bir sonucu ürünü olduğunu göstermişlerdir. Koç’un Otokar üzerinden sürdürdüğü zırhlı askeri araç üretiminin yurtdışı pazarının Türkiye-Katar ekseni ile düşmanca bir pozisyon içinde olan Birleşik Arap Emirlikleri olması bu perspektiften bakıldığında elbette ki tesadüf olarak görülemez. Dolayısıyla burjuvazinin iç çatışması sadece iktidar nimetlerinden yararlanmaya indirgenebilecek bir iç pazar paylaşım kavgası değildir. Dış siyasette doğrudan yansıması olan, stratejik boyutları olan bir iç kavga söz konusudur.   

İstibdadın krize sürüklenen Rabiacı dış politikasının sınıfsal temelleri

İstibdadın dış politikası başlı başına bir kriz içerisindedir. Bu kriz kamuoyunda zaman zaman tartışılageldiği biçimiyle Türkiye’nin dış politikasının Batıcı, Avrasyacı, İslamcı, Turancı, Osmanlıcı vb. ideolojik ayrışmalar içinde olmasından kaynaklanmamaktadır. İdeolojik saflaşmalar ve argümanlar esas çelişkilerin yüzeydeki tezahürilerdir. Bu krizin temelinde Türkiye burjuvazisinin maddi çıkarları ve çelişkileri yatmaktadır. Türkiye tekelci burjuvazisi ulusal pazara sığmayacak kadar büyümüş, ancak halen emperyalist nitelikte sermaye ihracatçısı olamayacak kadar da cılız durumdadır. Türkiye burjuvazisinin görünür ve öngörülebilir bir gelecekte emperyalist lige yükselecek, emperyalist güçlerle (ABD, Britanya, AB vb.) rekabete girebilecek bir niteliksel dönüşüm gerçekleştirme olanağı ve kapasitesi yoktur. Bu yüzden dış pazarlara yönelik hamlelerinde mutlaka büyük güçlerle belirli bir taşeronluk ilişkisi içine girmesi gerekmektedir.

Türkiye kapitalizminin kronik cari açık probleminin en yakıcı sonucu sermayenin en büyük girdi kalemi olan enerjinin ithalata bağımlı olmasıdır. Türkiye burjuvazisi açısından enerjiyi Türk lirası cinsinden elde etmek, öncelikle sürdürülebilir bir ekonomi büyümenin daha sonrasında ise niteliksel bir ileri sıçrayışın ön koşuludur. Türkiye büyük burjuvazisi burada çözülemez bir kısır döngü içine düşmektedir. Enerjiyi fethetmek zorundadır ve bunun için dış politikada emperyalistleşme eğilimindedir. Öte yandan enerjiyi fethetmeden de emperyalist lige yaklaşması dahi mümkün değildir. Bu çelişkiyi Türkiye’nin göreli olarak büyük ve güçlü askeri potansiyelini kullanarak aşma düşüncesi Türkiye dış politikasında sürekli bir “askeri maceracılık” eğilimi doğurmaktadır. Türkiye’nin sınır ötesi askeri operasyonlarının hepsinin nihai amacının enerji havzalarına ulaşmak olduğu rahatlıkla görülebilir. Libya ve Doğu Akdeniz, Azerbaycan ve Kafkasya, Kuzey Irak ve Musul havzası, enerji kaynaklarına ulaşmakta TSK’nın kara, hava ve deniz kuvvetlerinin doğrudan devreye sokulduğu mecralardır. Askeri maceracılık sahada aşılmaz sınırlara çarptığında ve sürdürülemez bir hale geldiğinde ise “açılım” ve “normalleşme” arayışları kendini göstermektedir.

Türkiye tekelci burjuvazisinin hâkim kanadı olan Batıcı-laik burjuvazinin dış pazarlara ulaşmakta benimsediği strateji NATO üyeliği (ABD ekseni) ve Avrupa Birliği üyelik perspektifinden kopmadan, Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Kafkaslar gibi yakın çevrede bölgesel fırsatları değerlendirmek, Avrasya ve Uzak Asya’da yükselen pazarlarla (en başta Çin) ilişkilenmektir. TÜSİAD burjuvazisinin, bu perspektif dahilinde mevcut iktidarı NATO ve AB ile ilişkileri germesi yüzünden eleştirirken aynı zamanda Çin’in Bir Kuşak Bir Yol projesinin Türkiye’deki resmi muhataplığını üstlenmesi manidardır. Yine Batıcı-laik burjuvazi, Türkiye Batı’dan kopartacak biçimde laikliğin örselenmesine her zaman karşı çıkmaktadır. Ancak bu burjuva laikliği toplum yaşamının ve siyasetin İslamcılaştırılmasına da tümden karşı değildir. Batıcı-laik burjuvazi İslamcılık konusunda Batı emperyalizmi ile özellikle de ABD ve İsrail ile paralel bir duyarlılık içindedir. Yani Türkiye’de İslamcılık İran’la rekabeti her zaman işbirliğinden önde tutacak derecede mezhepçi bir karakter taşımalıdır.   

Batıcı-laik burjuvazi Türkiye’yi Batı’dan uzaklaştıracağını düşündüğü için İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılmasına karşıdır. Bilhassa kadın sorununda Batıcı-laik burjuvazinin gösterdiği bu yüksek duyarlılık AKP’nin ilk yıllarından bu yana (2005’te Sabancı ve Erdoğan arasında 8 Mart vesilesiyle yaşanan gerilim) sürmektedir. Ancak Erdoğan’ın iktidarının sembollerinden biri olarak gördüğü Taksim Camii’nin inşası için 1991’de kurulan vakıfta Vehbi ve Rahmi Koç, Sakıp Sabancı, Osman Boyner, Şarık Tara gibi isimleriyle Türkiye’nin Batıcı-laik burjuvazisi tam kadro yer almıştır. Türkiye’nin Güney Kürdistan’da Barzani aracılığıyla yürüttüğü sömürgeci stratejide Sünni İslamcılık son derece önemli bir rol oynamaktadır ve Türkiye’nin Barzani yönetimiyle kurduğu siyasi-ekonomik ilişkilerin orta yerinde Koç Holding bulunmaktadır. Yine aynı “laik” Koç Holding’in DAİŞ petrollerinin kaçak yoldan Türkiye’ye getirilmesinde ve rafine edilmesinde oynadığı rol unutulmamalıdır. Nihayet Güler Sabancı’nın ekonomi bakanlığına geçen Berat Albayrak’a “enerji bakanlığı döneminden biliyoruz” diyerek kefil olması da son derece manidardır. Tüm bunlar Batıcı-laik burjuvazinin NATO ve AB ekseninden kopulmadığı müddetçe, Ortadoğu pazarlarına açılmada siyasal İslamcı ve mezhepçi siyaseti meşru bir araç olarak gördüğünü göstermektedir.

Ayrıca bu düzeydeki bir siyasal İslamcılık, PKK’nin silahsızlandırılması ve tasfiyesi ile Kürt hareketinin Barzanicileştirilmesi amaçlarını içeren “Kürt açılımı” kod adlı petrol açılımı için de kullanışlı idi. 2013’teki ünlü Newroz mesajında Öcalan da “bin yıllık İslam bayrağı altında ortak yaşam” ifadesiyle bu politikanın önünü açmaktaydı. Türkiye burjuvazisinin sömürgeci çıkarları açısından sömürge Kürdistan’ın Kuzey Irak’ta kalan ve bilhassa büyük enerji kaynaklarına ev sahipliği yapan bölümüne ulaşmasında Sünni İslamcılık neredeyse vazgeçilmez bir araç olarak görülmektedir. Kemalist resmi ideolojinin Kürt kimliğini inkâr eden ve Türklüğü bir üst kimlik olarak dayatan perspektifi “bir çakıl taşı dahi vermemek” üzerine kuruludur. Bu perspektifin Türkiye sınırları içindeki Kürtlerin dahi asimilasyonunu sağlayamadığı ve kitlesel ulusal bir Kürt isyanına sebebiyet verdiği ortada iken sınır dışındaki Kürtler üzerinde etkili olma ihtimali yoktur. Bu Kemalist resmi ideolojiye bağlı kalarak Türkiye burjuvazisinin Güney Kürdistan (Kuzey Irak) petrollerini hakimiyet altına almasının konvansiyonel işgalden başka yolu yoktur ki bu da imkan dahilinde gözükmemektedir. Dolayısıyla Özal’ın ikinci cumhuriyetçi açılımlarından bugüne kadar İslamcılık (Ümmetçilik) sömürgeci petrol açılımlarının adeta vazgeçilmezidir.

2011’de başlayan Arap devrimi tüm bölgeyi derinden sarstığı gibi Türkiye’nin dış politikasında da merkezkaç eğilimleri arttırmıştır. Arap devriminin emperyalizmin bir oyunu olduğuna dair “komplo teorileri” iftiradır. Arap devrimi bölge çapında emperyalizmin ve Siyonizmin dayandığı diktatörlükleri yıkarak yeni bir dönem başlatmıştır. Politik devrimin başarıya ulaştığı Tunus ve Mısır’da emperyalist ve Siyonist etki ciddi şekilde sarsılmış, bu etkinin yeniden tesis edilmesi (Libya’da ve Suriye’de iç savaş, Tunus’ta siyasetin AB emperyalizmi eliyle dizayn edilmesi, Mısır’da Sisi darbesi) emperyalizm ve Siyonizm açısından hiç de kolay olmamıştır. Davutoğlu döneminde başlayan ve 15 Temmuz’dan sonra yarı-askeri rejim içinde Hulusi Akar-Yaşar Güler-Hakan Fidan gibi kadrolarla devam eden, Sünni İslam dünyasına liderlik etmeye soyunan Rabiacı dış politika, Müslüman Kardeşlerle (İhvan) stratejik düzeye ulaşan bir ittifak ilişkisini beraberinde getirmiştir.

Bu dış siyaset çizgisi Mısır’da, Libya’da İhvan iktidara yükselmişken ve Suriye’de Esad rejimi İhvancılığın silahlı ve siyasi olarak güçlü rol oynadığı geniş bir cephe karşısında ayakta kalmakta zorlanırken, burjuvazinin Ortadoğu pazarlarına ulaşması açısından son derece vaatkâr gözükmüştür. Bu aşamada Türkiye burjuvazisinin Batıcı-laik kanadı açısından Batı emperyalizminin desteği ile emperyalizm ile taşeronluk ilişkisi içinde bölge pazarlarına ulaşma perspektifi ile İhvancılık örtüşebilmiştir. 2013 yılı Mursi’nin Bonapartist Sisi darbesiyle devrildiği, ABD’nin Suriye politikasında İslamcı yapıların yanında PYD’nin önemini arttırdığı bir dönemeç noktasıdır. İsrail açısından zaten İhvan ve Hamas ilişkisi ciddi bir risk ve tehdit unsuru olarak görülmektedir. Dolayısıyla İhvan’ın düşüş süreci Türkiye’nin İhvan’ı ABD ve İsrail çıkarları ile uyumlulaştırma kozunu oynama şansını da yavaş yavaş ortadan kaldırmıştır. Bu aşamadan sonra İhvancılık, burjuvazinin yayılmacı hedeflerine ulaşması açısından giderek daha riskli hale gelmiştir.

Rabiacı dış politikanın çöküşü

2015’te Rus uçağının düşürülmesiyle Türkiye’de İhvancı siyaset giderek bir çıkmaza doğru sürüklenmiştir. Zira bu dış politika Türkiye’yi hem ABD ve İsrail’le hem de Rusya ile aynı anda karşı karşıya getirmiştir. Bu dış siyaset yönelişi ile adı bütünleşmiş olan Davutoğlu, 2016 yılında başbakanlıktan ve AKP Genel Başkanlığı’ndan tasfiye edilirken yerine getirilen Binali Yıldırım, yeni politikayı “düşmanı azaltma dostu arttırma” sloganıyla ifade etmiştir. Bu doğrultuda ilk önemli adım Erdoğan’ın Putin’den özür dilemesiyle atılacaktır. 15 Temmuz darbe girişiminde Rusya’nın Erdoğan’ın yanında tutum almasıyla ilişkiler ısınmaya devam etmiştir. Rusya ile ilişkilerin normalleşmesinde ordunun rolü de belirleyicidir. Ancak çokça söylendiği gibi bu TSK’nın içindeki “Avrasyacılar”ın marifeti değildir. Esas belirleyici olan unsur 2014’te Ergenekon-Balyoz davalarında tahliyelerin başlamasını müteakip Kürt sorununda inisiyatifi orduya bırakan süreçtir. 2015 yılında Erdoğan çözüm sürecini adım adım tasfiye etmiş, 7 Haziran 2015 seçimleri sonrası açılım tamamen rafa kalkmış savaş yükselmiştir. 15 Temmuz’dan sonra adım adım inşa edilen yarı askeri rejimde ise Kürt sorunu ile birlikte Irak ve Suriye politikaları da ordunun inisiyatif alanına terk edilmiştir. Davutoğlu döneminde izlenen, Suriye’de PYD/ÖSO işbirliğine dayanan Sünni İslam kardeşliği temelindeki politika terk edilmiştir. 15 Temmuz sonrasındaki özgün konjonktür içinde TSK’nın PYD/YPG’ye karşı Suriye’nin Rus nüfuzu altındaki Fırat Kalkanı (Cerablus-Azez-El Bab) ve Zeytindalı (Afrin) bölgelerinde sınır ötesi operasyonlarda, Rusya’nın icazetini alabilmeyi sağlayan bu yeni dış politika yönelişi önemli bir rol oynamıştır. Astana süreci de aynı perspektif dahilinde değerlendirilmelidir.

Bu dış politika değişikliği esnasında İhvan referanslı “dört parmak” Rabiacılık sembolü, “tek millet tek bayrak tek vatan tek devlet” sloganıyla yeni bir içerik kazanacaktır. Ancak yeni dönem tümden İhvancı siyasetin terk edilmesini getirmemiştir. Rabiacılığın “İhvancı” ve “milliyetçi” yorumları çelişik bir birlik arz etmektedir. Bu çelişki her sınır ötesi askeri operasyonda Suriye rejimi ile işbirliği ve koordinasyonu savunanlarla (ordu içinde sağ Kemalist eğilimli, NATO’cu olmakla birlikte Avrasyacı alternatifleri önemseyen, Ergenekon Balyoz sanıkları içinde epeyce destekçisi olan orta ve üst kademe, muvazzaf ve emekli subaylar) Esad’ı devirme hedefinden vazgeçmeyen ve Esad ile diyaloğu kategorik olarak reddeden eğilimler (ordunun en üst seviyesi, Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları, Erdoğan’ın dış politika danışmanlığında önemli rol oynayan SETA, bir dönem Erdoğan’a başdanışman olan sabık İslamcı general Ahmet Tanrıverdi’nin Sadat’ı vb.) arasında tekrarlanan tartışmalarla su yüzüne çıkmıştır. Daha sonra bu ayrışma Doğu Akdeniz’de Mavi Vatan politikasının yorumlanışında da görülmüştür. Libya ile Deniz Yetki Alanları Anlaşması yapılmasında genel bir ortaklaşma söz konusu iken bu anlaşmanın İhvancı Libya Ulusal Mutabakat Hükümeti’nin (UMH) siyasi, askeri ve ekonomik olarak desteklenmesiyle bütünleştirilmesi ayrışmaya neden olmuştur. Bir kez daha İhvancı siyaseti destekleyen ordunun üst kademesiyle (Hulusi Akar-Yaşar Güler), Mavi Vatan politikasını Mısır ve İsrail ile normalleşme süreciyle birlikte yürütmek isteyen Libya’da UMH için Rusya, Suudi Arabistan ve BAE ile çatışma politikası izlemeyi yanlış bulanlar arasında (Cihat Yaycı-Cem Gürdeniz-Türker Ertürk vb.) ciddi tartışmalar yaşanmıştır. Neticede Cihat Yaycı ordudan istifa ederek emekli olmuştur, Cem Gürdeniz ise emekli amirallerin meşhur bildirisi sonrasında gözaltına alınacak, bir süreliğine de olsa elektronik kelepçeyle ev hapsine gönderilecektir.

Süreç içinde dış siyasetin İhvancı yorumuna muhalefet eden generaller tasfiye edilmiş ya da susturulmuştur. Bu alanda ordunun tepesindeki Hulusi Akar-Yaşar Güler ekseni hâkim pozisyonunu korumuş gözükse de İhvancı dış siyaset tüm alanlarda çökmüş durumdadır. Suriye’de Esad göstermelik de olsa bir seçim kazanarak, hiç değilse Rusya’nın desteği ile Suriye ordusunun hâkim olduğu bölgelerde iktidarını muhafaza altına almıştır. Libya’da UMH’nin İhvancı rengi giderek solmuş, Sarrac’ın istifası ve Hulusi Akar’la yakın olan İçişleri Bakanı Fethi Başağa gibi unsurların etkisini yitirmesi sonucu Türkiye’nin Libya’daki nüfuzu ciddi şekilde azalmıştır. Libya’yı Türkiye’nin Kuzey Afrika’daki askeri üssü haline getirmek isteyenler bugün Türk askeri varlığının Libya’dan çıkarılmasını engellemek için yoğun bir kulis çabası içindedir. Sudan devrimi de Türkiye’nin Rabiacı dış siyasetine darbe vurmuştur. Mısır’da Sisi’nin iktidarı konsolide olmaktan ve istikrara kavuşmaktan uzak olsa da Türkiye’nin Mısır’da kendi lehine bir iktidar değişikliği beklentisi kalmamıştır. İstihbarat örgütlerinin görüşmeleriyle başlayan bir normalleşme süreci yürürlüktedir. Suudi Arabistan’la ve hatta Türkiye ile ilan edilmemiş bir soğuk savaş içinde olan Birleşik Arap Emirlikleri ile dahi bir normalleşme arayışı vardır. Türkiye’deki rejim İhvan’ı adım adım terk ederken, İhvan tarafından da eski dönemlerdeki sıcaklık artık yoktur. Özellikle İhvan’ın Filistin kolu Hamas içinde mezhepçi eğilimler (dolayısıyla Erdoğan’ın Rabiacı çizgisiyle birlikte hareket etmeye yatkın) giderek güç yitirirken İran’a yakın unsurlar güç kazanmakta, bir dönem AKP kongrelerinde boy gösteren Hamas siyasi önderliği şimdilerde Esad’a seçim zaferi dolayısıyla kutlama mesajı yollamaktadır. 

Türkiye’nin bu süreçte Katar’la çok özel bir ilişki geliştirmiş olduğu açıktır. Katar’ın Suudi Arabistan-Mısır-BAE ekseni tarafından tecrit edilmesi sürecinde Türkiye’nin ciddi siyasi ve askeri destek verdiği Katar’ın, Türkiye’deki istibdadın finansmanında oldukça cömert bir tutum içinde olduğu aşikardır. Ancak Türkiye-Katar ekseni tek başına bölgeyi belirleyen bir ittifak değildir. ABD’nin Katar üzerindeki etkisi Türkiye ile kıyaslanamayacak kadar büyüktür. Nitekim Türkiye-Katar ekseni ABD’nin ve hatta İsrail’in stratejik çıkarlarını gerçek anlamda tehdit eder bir boyuta ulaşmamıştır. Gelinen aşamada İhvancılığın bölge çapında gerilemesi, Türkiye’nin ricat etmesi, Katar’ı da diğer Arap rejimleriyle normalleşmeye yöneltmiştir. Bir yandan Libya’da UMH ve Türkiye ile üçlü bir askeri koordinasyon kuran Katar, diğer yandan Doğu Akdeniz’de Katarlı şirketlerin Kıbrıs Cumhuriyeti ile anlaşarak (ABD’li Exxon ile ortaklık içinde) doğalgaz sondaj faaliyetlerinde bulunmaktadır. Tüm bunlar, ortada yakın bir ilişki bulunmasına rağmen, Batı emperyalizminin (ABD ve İngiltere) tasarruflarından bağımsız ve bu büyük güçlere rağmen varlığını sürdürebilecek stratejik nitelikte bir ittifak olmadığını göstermektedir. Katar emirliği ve Türkiye’deki istibdad rejimi sıkıştıklarında birbirlerinin yardımına koşan bir tutum içinde olmuşsalar da önümüzdeki süreçte aynı ilişkinin herhangi bir pürüz olmaksızın devam edeceğini düşünmemek gerekir.

Filistin sorunu ve İsrail ile ilişkiler 

İflas eden İhvancı dış siyasetin Filistin’deki izdüşümü Hamas ve genel olarak Filistin direnişiyle ilişkilerde görülmektedir. Erdoğan’ın Filistin siyasetindeki keskin dönüşün ilk işareti 2016’da Davutoğlu’nun tasfiye sürecinin hemen ardından Haziran ayında Erdoğan’ın Mavi Marmara için “dönemin başbakanına mı sordunuz” sözleriyle gelmiştir. 15 Temmuz darbe girişiminin ardından bu yöneliş sürmüş ve Mavi Marmara davası yargıya baskı yapılarak düşürülmüştür. Diplomatik ilişkilerde tam bir normalleşme olmadıysa da ikili ticarette herhangi bir zayıflama yoktur. Trump’ın İsrail’in başkenti olarak Kudüs’ü tanıma ve Golan tepelerinin ilhakını destekleme girişimlerinin ardından 100 yılın anlaşması adı altında Suudi Arabistan, Mısır, Birleşik Arap Emirlikleri ve Ürdün’ün başını çektiği işbirlikçi Arap devletleri İsrail’le yakınlaşmaya başlamıştır. 2021’deki Gazze savaşı İsrail’in ABD ile birlikte diplomatik ve siyasal alanda yaptığı atağın askeri biçim alan bir durağı olmuştur. Tüm bu gelişme süreci içinde Türkiye İsrail’e karşı kınama ve BM nezdinde girişimlerde bulunma dışında somut bir tutum almamıştır. Bilhassa İran’la ortak tutum almaktan, yan yana gözükmekten imtina eden istibdad rejimi İsrail’e yönelik kınamaların direnişe (özelde Hamas’a) destek boyutuna varmamasına özen göstermiştir. Zaten Mayıs ayındaki saldırıya karşı verilen tepkiler, Türkiye’nin İsrail ile yeni bir normalleşme kapısı aralamakta olduğunu ortaya çıkarmış, Türkiye tepki olarak İsrail enerji bakanının Antalya’da Haziran ayında yapılacak olan bir toplantıya katılımı için yaptığı daveti geri çektiğini açıklayınca, mezkur davet su yüzüne çıkmıştır. Son olarak Siyonist işbirlikçisi Filistin Özerk Yönetimi lideri Mahmut Abbas’ın Erdoğan tarafından ağırlanması ve eş zamanlı olarak Erdoğan’ın İsrail’in yeni başbakanı Yitzag Herzog’a “iki ülke arasında enerji, turizm ve teknoloji başta olmak üzere muhtelif alanlarda yüksek bir işbirliği potansiyeli”ne vurgu yapan bir tebrikte bulunması İsrail’le normalleşme yönelişinin kaldığı yerden devam ettiğini göstermektedir. İsrail’le normalleşme, istibdad rejiminin dış politikada sıkıştığı alanlardan çıkması için önemli bir seçenektir. Önümüzdeki süreçte bu alanda atılacak adımlar, Erdoğan ve müttefikleri iç politikada İsrail karşıtı söylemden kolayca vazgeçemediği için yavaş tempoda olacak ama gidişat İsrail’le normalleşme ve Filistin direnişini tümüyle terk etme doğrultusunda olacaktır.

S400’ler… Rusya’ya rüşvet, Yunanistan ile rekabet, ABD ile pazarlık

Rusya’dan alınan S400 füzeleri dış politikadaki değişikliğin en stratejik unsurlarından biridir. S400 füzelerinin önemi Türkiye’nin soyut anlamda hava sahasının güvenliğini sağlama ihtiyacından ileri gelmemektedir. Bu füzeler her şeyden önce bir dış politika enstrümanı olarak işlev görmüştür. Yarı askeri rejimin askeri kanadının istediği sınır ötesi operasyonların Rusya’nın hakimiyet alanında, özellikle de hava sahasının tamamen Rusya tarafından kontrol edildiği bölgede yapıldığı düşünüldüğünde, Türk Akımı Projesi Anlaşması ile Fırat Kalkanı Operasyonu’nun (Cerablus-Azez-El Bab); S400 Anlaşması ile de Zeytin Dalı Operasyonu’nun (Afrin) zamanlamalarının çok yakın olması anlamlıdır. 2,5 milyar dolarlık bir maliyetle alınan S400 füzelerinin diplomatik rüşvet etkisi küçümsenmemelidir. Öte yandan S400 füzelerinin askeri anlamı Doğu Akdeniz’deki enerji paylaşım mücadelesi açısından değerlendirilmelidir.

S400 gibi stratejik bir hava savunma silahının, Rusya ve Rus menşeli hava unsurlarına karşı etkin şekilde kullanılamayacağı bilinmektedir. Bu durumda söz konusu füzeler NATO haricinde İran’ın kendisinin ürettiği füzelere ve halen çoğunluğunu Şah döneminden kalma Amerikan ve Fransız menşeili uçaklara karşı etkin biçimde kullanabileceği düşünülebilir. Ancak Türkiye’nin İran’la yaşayacağı bir askeri gerilimde NATO’nun stratejik hava savunma unsurlarından faydalanabileceği açıktır. Bunun örnekleri gerek Irak işgali döneminde gerekse Suriye iç savaşının ilk döneminde Türkiye’ye ABD, Almanya ve Hollanda tarafından konuşlandırılan Patriot füzelerinden biliyoruz. Dolayısıyla Türkiye’nin S400 füzesi sahibi olması kendi doğusunda ve güneyinde NATO üyesi olmaktan daha üstün bir caydırıcı etki yaratmayacaktır. Olası Batılı hasımlar içinde İsrail ve ABD karşısında S400’lerin stratejik bir caydırıcılık unsuru olması söz konusu değildir. Kaldı ki bu doğrultuda iktidarın yer yer dillendirdiği hamasi nutuklar dışında ABD ve İsrail’in stratejik çıkarlarıyla çelişkiye düşen bir pratiği söz konusu değildir.

S400’lerin etkili olabileceği esas alan Türkiye ile Yunanistan arasındaki askeri güç dengesi olabilir. S400’ler Türkiye’nin Yunanistan’la Ege ya da Doğu Akdeniz’de gireceği herhangi bir askeri çatışmada (NATO’nun tarafsız kalacağı varsayımı altında) stratejik güç dengesini Türkiye lehine değiştirecek bir unsurdur. Bu anlamda S400’lere sahip bir Türkiye Yunanistan’la güç mücadelesinde savaşı göze alabilecek taraf haline geldiğinde, ihtilaflı bölgelerde donanmasını ve hava kuvvetlerini kullanarak fiili durumlar yaratabilecektir. Doğu Akdeniz’de bu politikayı izlemek için NATO’yu tarafsız tutmak şarttır ve bunu sağlamanın yolu da TSK’yı NATO-Rusya çelişkisinde cepheye sürerek (İdlib, Libya, Ukrayna, Kafkaslar) Türkiye’yi vazgeçilmesi mümkün olmayan müttefik konumuna getirmektir. Bu maceracı yöneliş Türkiye’nin F35 programından çıkarılması ile boşa düşmüştür. Yunanistan’ın tek başına F35 uçaklarına sahip olacak olması, S400’ler aracılığıyla sağlanması hayal edilen stratejik üstünlüğü ortadan kaldırmıştır. Ayrıca Yunanistan’da ABD ve NATO’nun askeri varlığını arttırması Rusya’ya karşı Türkiye’nin vazgeçilmez üs olma konumunda da zayıflamaya yol açmıştır. Gelinen aşamada Türkiye adına ihtilaflı bölgelerde doğalgaz araması yapan, donanmayla desteklenen sondaj gemileri ya limanlara çekilmiş ya da Karadeniz’e gönderilmiştir. Yunanistan’la başlatılan askeri-diplomatik görüşmeler bu maceracı politikanın da bitişinin sembolü olmuştur.  

İngiliz emperyalizminin istibdad rejimi ile özel ilişkisi

İstibdadın 15 Temmuz sonrasında giderek artan bir merkezkaç eğilim içinde olmasında dış konjonktürün etkisi de göz ardı edilmemelidir. ABD’de Trump yönetiminin emperyalist çıkarları mümkün olduğunca az maliyetle, yükü müttefik emperyalist güçlere (Kanada, AB, Britanya, Japonya) ve emperyalist kampın bağımlı unsurlarına (Türkiye, Suudi Arabistan vb.) delege ederek gerçekleştirme politikası bölgesel siyasi ve askeri boşluklar yaratmıştır. Trump’ın bu politikası bilhassa Britanya'daki Brexit süreciyle de bütünleşerek bu boşlukları arttırmış Rusya’ya karşı geleneksel blok halindeki NATO konumlanışında merkezkaç eğilimlere alan açmıştır. Ayrıca İngiliz emperyalizminin tarihsel olarak Türkiye üzerinde ABD ile taktiksel bir nüfuz mücadelesi içinde olduğunu da eklemek gerekir. İngiliz emperyalizmi, Türkiye’de NATO karşıtlığı boyutuna ulaşmayan, kamp değişikliğini gündeme getirmeyen türde ve şiddette bir Amerikan karşıtlığına hayırhah bakabilmektedir. 15 Temmuz’da Gülen cemaatinin doğrudan ve ABD’nin de perde arkasından oynadığı rolü gören ve darbenin başarısızlığa uğramasını Türkiye’deki rejim üzerinde İngiliz nüfuzunu arttırmak için değerlendiren bir Britanya söz konusudur.

ABD, Suriye’de İslamcı güçlerle birlikte hareket etmek yerine PYD ile yürümeyi seçerken İngiliz emperyalizmi ÖSO ve bağlaşıkları üzerinden (HTŞ’yi de gayriresmi bir müttefik olarak görerek) Suriye’de nüfuz mücadelesi vermeyi sürdürmüştür. Britanya Astana sürecini dışarıdan desteklemiş ama aynı zamanda Esad’a karşı uzlaşmaz tutum alma konusunda Batı emperyalizmi kampında Türkiye ile paralel pozisyon alan tek güç olmuştur. Böylece taşeron güçlerini Suriye’nin kuzeyinde Türkiye’nin askeri koruması altına alabilmiştir. Katar’ı ve İhvancılığı tüm bölgede bir politika aracı olarak kullanma perspektifi Türkiye’den de önce İngiliz emperyalizminin tercihleri arasına girmiştir. Türkiye’nin paralel doğrultudaki dış siyaseti İngiliz emperyalizmine Suriye’de, Libya’da, Katar-Suudi Arabistan geriliminde perde arkasında kalma şansı tanımıştır. Britanya Rusya ile kanlı bıçaklı bir rekabet içinde olsa da Türkiye’nin S400 füzeleri almasını “kendi tasarrufudur” diyerek karşılamıştır. KKTC’yi tanımadığı halde Yunanistan, Kıbrıs Cumhuriyeti ve İsrail arasındaki kurulan ittifak eksenini çıkarlarına aykırı gördüğü için (adanın bölünmüşlüğü iki İngiliz askeri üssü için bir güvence olarak görülmektedir) el altından Türkiye’nin Kıbrıs siyasetini desteklemektedir. İngiliz emperyalizmi, Türkiye’yi girdiği riskli manevralarda hem teşvik eden hem de bu manevraların NATO ile bağları koparmasını engelleyen bir hami konumundadır. Ayrıca istibdad rejiminin finansmanında kritik rol oynayan körfez sermayesinin Londra’da merkezileşmiş olduğunu tüm tabloya eklemek gerekmektedir. Dolayısıyla ABD ile yaşanan her gerilimi Batı emperyalizmi ekseninden bir kopuş emaresi olarak görmemek gerekir ve bu süreçlerde İngiliz emperyalizminin özgün rolünü değerlendirmeye almak önemlidir.

İngiliz emperyalizmi tarihsel olarak Türkiye’nin emperyalist sisteme bir Ortadoğu ülkesi olarak entegre olması eğiliminde olmuştur. Örneğin Türkiye’nin NATO’ya girişi sürecinde İngilizler Türkiye’yi bir Ortadoğu komutanlığına bağlamayı önermiştir. Daha sonra kurulacak Bağdat Paktı’nın başat unsuru da yine Britanya’dır. ABD ise Türkiye’yi NATO’nun Güney Avrupa kanadına entegre edilmesini savunmuş ve sağlamıştır. Çünkü ABD’nin önceliği Türkiye’nin SSCB’ye karşı Avrupa’nın ön cephesi olmasıdır. Britanya için de SSCB’ye düşmanlık belirleyicidir. Ancak İngiliz emperyalizminin Ortadoğu’daki kadim çıkarlarını SSCB etkisine ve burada gelişen milliyetçi hareketlere karşı korumak öncelikli olmuştur. ABD ve Britanya “stratejik müttefik” tanımının hakkını veren iki emperyalist güç olsa da aralarındaki rekabetin zaman zaman ciddi boyutlara ulaşabileceği hesaba katılmalıdır. Süveyş krizinde Mısır’la savaşa giren Britanya’nın ABD’nin desteğinden yoksun kalması ve ciddi bir yenilgiye uğraması bunun en açık örneklerinden biridir.  Bugün de İngiliz ve Amerikan emperyalizmi arasındaki rekabet alanları sayesinde, Rabiacılığa yeşil ışık yakan askeri yayılmacı eğilimler, NATO içinde bu yönelişlerine sponsor olacak bir güç olarak yanlarında Britanya’yı bulabilmektedir.

Britanya’nın Çin’in “bir kuşak bir yol” projesine hayırhah yaklaşımı da (İtalya ve Yunanistan gibi başka bazı Avrupalı NATO ülkeleri de bu projeden önemli bir getiri beklemektedir) istibdadın Çin’le kurduğu ticari ve siyasi bağlantıların NATO nezdinde yaratacağı gerilimleri yumuşatıcı bir rol oynamaktadır. Gelgelelim Britanya’nın istibdadın dış politikasına sponsorluğu Türkiye’nin NATO ile yaşadığı tüm çelişkiler ve pazarlıklar için sunulmuş bir açık çek değildir. Brexit süreci NATO içinde başlı başına bir kriz başlığı olmuştur.  Buna ek olarak Trump’ın NATO’yu Macron’un sözüyle “beyin ölümüne” doğru götüren politikaları gelmiştir. Ancak artık Biden ile NATO’da yeni ve farklı bir yöneliş hâkim olmaya başlamıştır. İngiliz emperyalizmi de bu yeni rotaya hızla adapte olma eğilimi göstermektedir. İngiliz donanmasının Karadeniz’e çıkışı ve Rus donanması ve uçaklarıyla yaşadığı gerilim ortadadır. Dahası Britanya Çin Denizi’ne bir uçak gemisi gönderme kararı alarak, ABD ile müttefikliğin “stratejik” boyutunun yeniden hakkını vermeye başlamıştır. Bunun Türkiye’nin dış politikasındaki merkezkaç eğilimlerin tersi yönünde bir etki yaratacağı düşünülebilir. Örneğin önümüzdeki süreçte Uygur meselesinin daha fazla gündeme gelmesi, Perinçek grubunun dış politikada Rusya ve Çin’le gayriresmi diplomatik kanallar açarak elde ettiği etkiyi önümüzdeki dönemde yitirmeye başlayacağı öngörülebilir.

Avrupa Birliği ile ilişkiler

Avrupa Birliği de aynı anda hem Türkiye’nin çelişki yaşadığı hem de Türkiye’yi NATO ekseninde tutan bir başka güç merkezi olarak öne çıkmaktadır. AB, Türkiye’nin hala en büyük dış ticaret partneridir. 69 milyar dolar ile Türkiye’nin toplam ihracatı içinde yüzde 41,3’lük payı ile ilk sırada olan Avrupa Birliği, ithalatta da 73 milyar dolarla yüzde 33,4’lük pay sahibidir. Her ne kadar AB tam üyelik perspektifi karşılıklı olarak derin dondurucuya atılmış görünümü verse de Türkiye kapitalizminin AB ile ilişkilerini tümden kesme lüksü yoktur. Bu kapsamda AB tam üyeliği perspektifi yerine Gümrük Birliği’nin AB-Türkiye ilişkilerinin ana ekseni olduğu görülmektedir. Gümrük Birliği, Türkiye pazarını Avrupa kapitalizmine bağlamaktadır. Türkiye burjuvazisi için son dönemde öne çıkan “tedarik zincirlerinde yer kapma” stratejisi için Gümrük Birliği, Türkiye’nin Avrupa’ya yönelik bir ihracat platformu pozisyonunu sürdürmesi açısından elzemdir.  Dolayısıyla AB ile Türkiye arasında üyelik müzakereleri değil Gümrük Birliği’nin güncellenmesi gündemi öne çıkmaktadır.

AB emperyalizmi için Türkiye’nin demokratikleşmesi hiçbir zaman belirleyici bir unsur olmamıştır. Avrupa emperyalizminin istibdad rejimine hayırhah tutum almasında Türkiye’nin milyonlarca mültecinin Avrupa’ya göç etmesini engelleyen bir tampon ülke konumunda olması öne çıkmaktadır. Erdoğan da sık sık bu durumu bir pazarlık konusu yaparak AB’nin karşısına çıkarmaktadır. Suriyeli mülteci kozu önce Türkiye’nin Suriye’nin kuzeyindeki askeri girişimlerinde AB’yi tarafsız bırakmak için en son olarak da Ege’de ve Doğu Akdeniz’de Yunanistan’la yaşanan krize AB’nin Yunanistan yanında müdahil olmasını engellemek için kullanılmıştır. Suriyeli mültecilerin çok güçlü bir koz olduğu ortadadır ancak bunun da sınırları gözükmüştür. Türkiye’nin Suriyeli mülteciler için büyük bir toplama kampına dönüştürülmesi ve Avrupalı emperyalist şirketlere yatırımlarında her türlü kolaylığı sağlaması, istibdad rejiminin iç politikadaki tasarruflarının AB emperyalizmi tarafından hoş görülmesinde etkili olmuştur. Kürt hareketine yönelik hem hendek-barikat savaşlarına hem de Suriye ve Irak topraklarında yürütülen sınır ötesi askeri harekatlara AB’nin somut bir tepkisi olmamıştır. Mülteci kozunun ve Avrupa sermayesine verilen açık çekin etkisinin de bir sınırı vardır. Bu sınır AB emperyalizmi tarafından (burada Almanya hem arabulucu rolüne soyunarak hem de kırmızı çizgileri çekerek belirleyici rol oynamaktadır) Ege, Doğu Akdeniz ve Kıbrıs başlıklarında net şekilde çizilmiştir.

Kıbrıs sorununda istibdadın emrivaki taktiği

Kıbrıs sorunu istibdadın dış politikasının bir başka kriz dinamiğidir. Yarı askeri rejimin iş bölümü içinde tamamıyla ordunun inisiyatifine bırakılmış bir alandır. Ordu ve istihbaratın, Cumhurbaşkanlığı üzerindeki siyasi komiseri olarak görebileceğimiz, tamamen bürokratik bir kariyer sahibi olan Fuat Oktay, Kıbrıs meselesini doğrudan uhdesine almış gözükmektedir. KKTC, istibdad rejimi açısından Doğu Akdeniz’deki enerji paylaşım mücadelesinde belirleyici konumdadır. Özellikle donanmayı bu bölgede başat bir politika aracı olarak kullanmaya yönelen TSK, KKTC’yi batmaz bir savaş gemisi olarak değerlendirmektedir. Ancak KKTC’nin mevcut statüsü, adanın kuzeyinin askeri amaçlarla etkin şekilde kullanılmasını engellemektedir. Sadece Türkiye’nin tanıdığı KKTC’nin Doğu Akdeniz’de kurulacak diplomatik masanın resmi bir unsuru olması da imkân dahilinde gözükmemektedir.

İstibdad rejimi bu noktada İngiliz emperyalizminin desteğini almak için yoğun bir çaba sarf etmektedir. İngiliz emperyalizmi tarihsel olarak adanın bağımsız ve birleşik bir siyasi yapıya kavuşmasını bölgedeki İngiliz nüfuzuna ve özellikle de Ağrotur ve Dikelya askeri üslerine karşı bir tehdit olarak görmektedir. Bu yüzden Türkiye’nin adadaki politikası açısından Britanya, Batı emperyalizmi (NATO) içindeki bir dayanak noktası olarak görülmektedir. Brexit sonrası Britanya’nın Kıbrıs sorunundaki manevra alanı da genişlemiştir. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin AB üyeliği Britanya açısından politika belirlemede resmi bir kısıt olmaktan çıkmıştır. Ne var ki bu Britanya’nın Türkiye’nin Kıbrıs ve KKTC üzerinden girişeceği tasarruflara her koşulda destek vereceği anlamına gelmez. Bilakis Britanya için adanın bölünmüş statüsünün devamı İngiliz nüfusunun ve üslerinin bir teminatı olarak gözükse de Britanya’nın bölgedeki çıkarları çok yönlüdür. Britanya’nın yakın ve orta vadede KKTC’yi tanıması beklenmemelidir. Ordunun içindeki bir kesimin Rusya ile yakınlaşan ilişkileri Kıbrıs’ta da değerlendirme, Kırım, Kuzey Osetya gibi başlıklarda Rusya’ya verilecek tavizlerin karşılığında KKTC’nin Rusya tarafından tanınmasını sağlama düşüncesi dile getirilse de bu yönelişin çok fazla ciddiye alınabilir bir yanı yoktur.

Türkiye’nin KKTC’ye yönelik somut bir ilhak girişimi de söz konusu olamaz. Ege ve Doğu Akdeniz’de AB’nin yaptırım tehdidiyle devreye girmesi karşısında ricat eden Türkiye için böyle bir seçenek akılcı olmayacaktır. Öte yandan KKTC’de Türkiye’ye katılma yönünde bir referandum düzenletmek ya da benzeri provokatif hamleleri girişmek Kıbrıs denklemine Türkiye’yi daha üst perdeden dahil etmenin bir yolu olarak gündeme getirilebilir. Bu tür bir planın ilk sinyalinin kapalı Maraş’ın açılması emrivakisiyle ve Türkiye devletinin KKTC seçimlerine yoğun ve aktif müdahalesiyle verilmiş olduğunu düşünmek gerekir. Zira Kıbrıs’a yönelik Türkiye’nin el yükselten bu türden girişimlerinin KKTC’de kukla niteliği gösteren bir siyasal yönetim gerektirdiği açıktır. Sonuçta KKTC’nin mevcut haliyle herhangi bir büyük güç tarafından tanınması söz konusu olamaz. İki devletli çözüme yönelik açık bir diplomatik destek alınması dahi pek mümkün gözükmemektedir. Referandum girişiminin de meşru bir zemin kazanma şansı yoktur. Ancak tüm bunlar istibdad rejiminin Kıbrıs’ta bahsedilen seçenekler doğrultusunda adımlar atmaktan imtina edeceği anlamına gelmez. Özellikle rejimin askeri kanadının iç politik güç dengelerinde kendisini öne çıkaracak, iç politikada “beka sorunu” söylemine yeniden can verecek bir politika olarak bu girişimleri benimsemesi olasıdır. Ancak sadece iç politikada yararlanmak için Kıbrıs’ta bu denli riskli bir maceraya girişmek akıl dışı olur. İstibdad rejimi Kıbrıs’ta girişeceği emrivakilerle, Batı ile ilişkilerinde yeni bir kriz başlığı oluşturarak, Libya, Suriye, Kafkaslar ya da Afganistan’da kendi lehine tavizler kopartmak için bir pazarlık gücü elde etmeyi umacaktır.

Kürt sorununda durum

Kürt sorunu Türkiye’nin iç ve dış politikasındaki hatta, bunlara ek olarak ekonomideki kriz dinamiklerinin tam orta yerinde yer almaktadır. Kürt sorunu her şeyden önce Türkiye burjuvazisinin sömürgeci çıkarları analiz edilerek ele alınmak zorundadır. Bu çıkarlar Türkiye sınırları içindeki Kürt coğrafyasındaki hakimiyeti sürdürmek ve başta enerji havzalarının bulunduğu bölgeler olmak üzere Kürdistan’ın diğer bölgelerini sömürgeleştirmektir. Kürt sorunundaki “açılım-savaş” ikiliği sömürgeci çıkarların gerçekleştirilmesine dair bir yöntem farklılığına işaret eder. Savaş, rejimin askeri kanadının önceliğidir. TSK’nın içindeki yaygın ve güçlü bir eğilim, sivil siyasi iradenin askeri operasyonların iç ve dış politikadaki etkilerini, ekonomik ve diplomatik maliyetlerini göğüslemesi halinde Kürt siyasi hareketini şiddet yoluyla tasfiye edileceğini düşünmektedir. 15 Temmuz darbe girişiminden sonra yarı askeri rejimin oluşumuna paralel olarak TSK içindeki bu eğilim sözünü ettiğimiz perspektifi hayata geçirecek inisiyatifi elde etmiştir. Bu perspektif dahilinde Suriye’nin kuzeyinde üç sınır ötesi operasyon yapılmıştır. Kuzey Irak’ta ise sürekli bir askeri operasyon hali, sınır ötesinde kurulan askeri üs noktaları ile kalıcılaştırılmış haldedir.  

Bu politikanın siyasi alandaki izdüşümü en başta Türkiye içinde HDP’ye tutuklamalar, kayyumlar ve kapatma davası ile legal/kitlesel siyaset alanı tanınmamasıdır. Bu politika yalnızca polis baskısını, tutuklamaları, kayyumları vb. değil İzmir HDP binası baskınında olduğu gibi gözdağı verici kontrgerilla faaliyetlerini de içermektedir. Kürt hareketi içinde istibdad ile işbirliğine yatkın çevrelerin önünün açılması (Altan Tan/Ayhan Bilgen grubu, Barzanici eğilimler, Öcalan’ın istibdad cephesine hayırhah bakan üçüncü yol önerisini destekleyenler vb.) istibdada karşı daha uzlaşmaz pozisyon alanlara gözdağı verilmesi ile el ele gitmektedir. Türkiye solunun ve Kürt hareketinin Roboski’de düştüğü hataya yeniden düşmesi, katliamları, cinayetleri hata, provokasyon, devletin iç hesaplaşması vb. olarak değerlendirip arkasındaki siyasi gerçekliği görmemesinin maliyeti çok ağır olacaktır. Kürt hareketinin saldırılar karşısında haklılığının ve mağduriyetinin ortaya çıkması, daha geniş kitleler tarafından fark edilmesi bir olgu olabilir ancak 10 Ekim katliamında, Roboski’de, hendek-barikat savaşlarında şiddetin istibdad rejimi tarafından yıldırıcı, dağıtıcı, tasfiye edici bir rol oynadığı açıktır.

Kürt sorununda istibdadın izlediği savaş politikasının sınır dışındaki odak noktası PKK’nin askeri ve siyasi tasfiyesidir. Bu sağlanıncaya kadar Barzani’nin Irak’ta bağımsızlık yönündeki hamlelerinin desteklenmesi zordur. Barzani’nin referandum girişiminde bu açıkça görülmüştür. 2015 öncesinin çizgisinden farklı olarak Suriye’nin kuzeyinde PYD ile herhangi bir açılıma ve diyaloga yanaşmayan bir pozisyon söz konusudur. Öte yandan PKK’nin askeri ve siyasi tasfiyesine koşut olarak bu alanlarda izlenecek politikada değişiklik olması perspektif dışında bırakılmamalıdır. Bu politikayı benimseyen askeri kanat sahada elde ettiği askeri sonuçları (MİT’in sınır dışı suikast ve tutuklamaları dahil) siyasi ve diplomatik alanda değerlendirmeyi hedeflemektedir. Ancak bunun planlandığı kadar kolay olmadığı Gara operasyonunda gözükmüştür. ABD, Fırat’ın doğusunda TSK ve bağlaşıklarının hareket alanını kısıtlamış durumdadır. Kuzey Irak’ta ise Barzani ile ittifak içinde hareket eden TSK’ya göreli serbest bir hareket alanı sağlamaktadır. Bu farklılık ABD’nin PKK ile PYD’yi ayrı değerlendirmesinden kaynaklanmaktadır. PKK’nin lider kadrosunun başına ödül koyan ABD, PKK’nin askeri ve siyasi tasfiyesine karşı olmadığını ortaya koymuş durumdadır. Ancak ABD’nin Gara’da olduğu gibi TSK’nın kendi izni, koordinasyonu, desteği olmadan PKK liderlik kadrosunu tasfiye etmesine müsaade etmediği de görülmektedir. Yani ABD de PKK’nin tasfiyesi sürecini kendi inisiyatifi içinde tutup bunun karşılığında Türkiye’ye istediği siyasi, diplomatik, askeri dayatmaları gerçekleştirmek istemektedir. Amerikan emperyalizmi PKK’nin tasfiyesinin Türkiye’deki iktidara “seçim kazandıracak” bir siyasi destek sunmak anlamına geldiğini bilmektedir. Dolayısıyla da ABD karşılığını almadan, kendi inisiyatifi dışında PKK’nin tasfiyesinin önünü açmayacaktır.

ABD emperyalizmi bu politikasını hayata geçirmesi için gerekli askeri, istihbari ve siyasi mevzilenmeye hem Suriye’de hem de Irak’ta sahiptir. İstibdad rejiminin en şoven ve askeri çözüm yanlısı kesimleri dahi ABD’ye rağmen askeri ve istihbari operasyonlardan etkin sonuç alınamayacağının farkındadır. Gara operasyonundaki başarısızlığın ardından bu yargının kuvvetlendiğini düşünmek gerekir. Elbette ki ülke içindeki çalkantılar dolayısıyla, istibdadın içindeki belirli bir odak, iktidara tutunmanın riskli bir metodu olarak böyle bir yola tevessül edebilir. Ancak bunun dışında Kürt hareketinin tasfiyesi hedefine odaklanan sömürgeci siyasetin şu ya da bu şekilde Amerikan emperyalizmine diyet ödeyeceği açıktır. İstibdadın Kafkaslar’da, Suriye’de  İdlib’te, Libya’da Rusya’ya karşı aldığı askeri konumlanışı, Ukrayna ve Polonya ile kurduğu Rusya karşıtı askeri ve diplomatik ilişkileri, son NATO toplantısında Afganistan işgalinin taşeronluğuna talip olması ve nihayet NATO’nun tüm dünyada izleyeceği saldırgan politikalara destek verme yönündeki politikası (bu konumlanışın somut karşılığı Uygur meselesinde Çin aleyhine dönüş olacaktır) bu diyetin neler olabileceği konusunda fikir verebilir. Dolayısıyla Türkiye’nin emperyalizme teslimiyeti ile Kürt sorunundaki askeri gelişmeler bütünleşik bir karakterde ilerlemeye devam edecektir.

ABD karşıtı bir retorikle (özellikle ABD’nin PYD’ye askeri, siyasi, ekonomik desteğinden söz edilerek) çeşnilendirilen şovenizm, emperyalizmin PYD’nin değil TSK’nın yanında durmasını istediği için özünde bir emperyalizm işbirlikçiliği taşımaktadır. Diğer yandan her ne kadar Kürt hareketi ABD emperyalizmi ile yer yer (Suriye başta olmak üzere) stratejik boyuta varan bir işbirliği içindeyse de, ABD emperyalizminin Kürt hareketini himayesine alarak araçsallaştırmaya çalıştığı için Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkının kesin biçimde aleyhinde olduğu açıktır. “Kürtlerle barış ABD’yle savaş” şiarında ifadesini bulan yönelişimiz bu anlamda geçerliliğini daha da kesin biçimde sürdürmektedir. Kürt halkına ve siyasi güçlerine yönelik şovenist baskılara karşı çıkmak anti-emperyalist siyasetle çelişmez bilakis bu siyasetin bir gereğidir.

Kusursuz fırtınaya doğru

İstibdad rejiminin özgül karakterini Rabiizm (Rabiacılık) olarak ortaya koymuş bulunuyoruz. Rabiacılığın en büyük çelişkisinin, politik yönelişi ile bu politikanın uygulamaya koyacak ordu (NATO ordusu olarak TSK!) arasındaki çelişki olduğunu daha 15 Temmuz darbe girişimi olmadan belirtmiştik. 15 Temmuz darbe girişimi bu çelişkinin kanlı bir ifadesidir. Öte yandan 15 Temmuz darbe girişiminin başarısızlığı bu çelişkiyi ortadan kaldırmamış tam tersine yeni ve daha üst bir boyuta taşınmıştır. 15 Temmuz sonrasında kurulan yarı-askeri rejim, önce darbe girişimini bastırarak, sonrasında OHAL ile cemaatin tasfiyesine paralel olarak tüm muhalefeti de baskı altına alarak, nihayet mühürsüz bir sopalı referandumla başkanlık rejimini getirerek istibdad rejiminin konsolidasyonunu sağlamıştır. Meclis yetkilerini yitirmiş, parlamenter sistemin son derece zayıf olan denetim mekanizmaları tümden yok edilmiştir. “Tek adam”, “tek parti” rejimi görüntüsü ortaya çıkmışsa da bu çelişkilerin ortadan kalktığı anlamına gelmemektedir. Sadece bu çelişkilerin kendini ortaya koyuş biçimi değişmiş ve istibdad rejiminin iktidar yapısı içine taşınmıştır.

Tüm müstebit rejimler hâkim sınıflara, yasama, yürütme ve yargının bir merkezden yönlendirilebildiği, sınıf hakimiyetinin emekçi sınıflar ve ezilenler tarafından tehdit edilmediği belirli ölçüde istikrarlı bir yapı sunabilir. Burjuvazi, klasik temsilcilerinin siyasal alandan belirli ölçüde dışlanmasını bu istikrar uğruna belirli bir dönem boyunca sineye çekebilir. Hele ki söz konusu hâkim sınıflar Türkiye’deki gibi çıkarlarını ulusal sınırların dışında gerçekleştirmeye çalışan büyüklüğe ve hırsa erişmiş durumda ise yayılmacı maceraları hayata geçirirken toplumu zapturapt altına alacak istibdad rejimlerini ve militarizmi tercih etmeye daha da meyilli olmaktadır. Gelgelelim müstebit rejimler içeride ve dışarıda hâkim sınıfların ortak çıkarlarını gerçekleştirmekten uzaklaştığında, bir istikrar unsuru olmaktan çıkıp istikrarsızlığın sebebi haline de gelmektedir. Bu ortam içinde bir yandan emekçi sınıfların hareketlenmesi artarken diğer yandan da hâkim sınıflar arasındaki rekabet kendini çok daha sert şekilde hissettirmeye başlamaktadır.

Türkiye bu açıdan bakıldığında adeta bir kusursuz fırtınaya doğru sürüklenmektedir. Kanıtlarıyla ortaya koyduğumuz biçimde gerek ekonomide gerekse de dış politikada eş zamanlı ve derin bir kriz süreci yaşamakta, bunlara iç politikada son derece sarsıntılı gelişmeler eşlik etmektedir. Bu eş zamanlı ve çoklu kriz dinamikleri istibdad rejiminin altındaki tüm fay hatlarında hat safhada enerji biriktirmiş durumdadır. Ekonomi, iç ve dış politika alanında bir dizi öncü deprem halihazırda yaşanmıştır ve yaşanmaktadır. Örneğin pandemi sürecinin başında Süleyman Soylu’nun istifası ve ardından geri dönüşü, Berat Albayrak’ın hazine bakanlığından istifa etmek zorunda kalması birer öncü depremdir. Ordu içinde Cihat Yaycı’nın Hulusi Akar ile yaşadığı çelişkiler sonucunda görevden alınması ve ardından istifa etmesi de bir öncü depremdir. Daha sonra emekli amirallerin bildirisi siyasette orta büyüklükte bir deprem daha yaratmıştır. Tüm bunlar münferit ve yalıtılmış olaylar olarak kalmamış, son olarak Sedat Peker’in ifşaatı ile birlikte istibdad cephesinde çok taraflı bir hesaplaşma başlamış durumdadır.

İstibdad cephesinin iç çelişkileri  

Devrimci İşçi Partisi, siyasette, tüm gelişmelerin salt parlamenter zeminde, parlamento aritmetiği, partiler arasındaki rekabet, seçim sonuçları, seçmen anketleri, oy kazanma/kaybetme vb. üzerinden değerlendiren, parlamento dış güç ilişkilerini ve sınıfların karşılıklı konumlanışını temel almayan yaklaşımları Lenin’e referansla “parlamenterist budalalık” olarak mahkûm etmektedir. Hele ki yarı-askeri nitelikteki istibdad rejimi altında parlamenter rejim devam ediyormuşçasına “parlamentarist budalalık”ta ısrar etmek asla kabul edilemez. Örneğin düzen muhalefetinin “erken seçim” talebinin AKP-MHP ittifakı bugünkü haliyle sürdüğü müddetçe, normal koşullar altında, Cumhur İttifakı kendi için avantajlı görmediği sürece, hayata geçmesi mümkün değildir. Oysa tüm bu matematik her an değişebilir durumdadır. Fiili bir koalisyon niteliğindeki AKP-MHP ittifakı bozulabilir. AKP ya da MHP kendi içinde bölünebilir. Tam tersine Erdoğan’ın Saadet’e yönelik Oğuzhan Asiltürk aracılığı ile yaptığı hamle başarılı olursa iktidar koalisyonu yeni katılımlarla genişleyebilir de… Ancak gelinen aşamada tüm bunlar hiçbir şekilde meclis içindeki politik mekanizmalara ve dengelere bağlı olmayacaktır. Siyasetin odağı çoktan meclisin dışına kaymıştır. Bu alanda da daha çok oyu olan ya da anketlerde daha fazla destek bulan değil mali ve silahlı gücü daha fazla kendi saflarında konsolide edebilen öne çıkacaktır. Bu da ordu, polis, jandarma üzerindeki güç mücadelesinin belirleyici olduğu; mafyayla, dini cemaatler, tarikatlar ve tekfirci örgütlerle, MHP, BBP gibi faşist partilerle bağlantılı paramiliter güçler üzerinde yoğun bir rekabeti beraberinde getirmektedir. Silahlı güç mali gücü elde etmek için de en güvenilir ve etkili araçtır.

Ordunun en üst kademesi (Milli Savunma Bakanlığı, Genelkurmay, Kuvvet Komutanları ve generaller) ile en altta (uzman er/erbaşlar, astsubayların bir kısmı, Milli Savunma Üniversitesi’nden yeni mezun subaylar) Erdoğan-Bahçeli ittifakına zemin oluşturan bir yapı varken, orta kademe subaylarda laiklik ve Atatürkçülük duyarlılığının daha fazla olduğunu, bu kesimde Erdoğan’a, AKP’ye ve ordunun en üst kademesine yönelik ciddi bir alerji yaşandığı dışarıdan dahi görülebilmektedir. Emekli amiraller bildirisi tam da bu fay hattı üzerinde karşımıza çıkmıştır. Tamamen profesyonelleştirilerek kırsal bir polis gücüne dönüştürülen Jandarma, şeklen Süleyman Soylu’ya bağlıdır. Polis içinde Erdoğan’a yakın Mustafa Çalışkan ile Soylu-Ağar tarafından polisin başına getirilen Mustafa Aktaş arasında ayyuka çıkan çatışmanın benzerlerinin Jandarma içinde olmadığını düşünmek için ise bir neden yoktur. Mafya nezdindeki hesaplaşmada MHP’nin ağırlık koymasıyla fiili bir özel afla dışarı salınan Çakıcı’nın ve bu süreçte yurtdışına çıkmak zorunda kalan Sedat Peker’in arasındaki rekabet elbette basit bir mafya hesaplaşması değildir. Zamanında Erdoğan’a küfür etmiş ve af sürecinde bile bu tutumunu değiştirmemiş olan Alaattin Çakıcı ile Erdoğan için mitingler yapan, Bozkurt’un yanına Rabia işaretini koyan Sedat Peker’in rekabeti Erdoğan-Bahçeli çelişkisinden bağımsız düşünülemez.

15 Temmuz’da müritleri silahlı olarak sokaklarda yer alan Cübbeli Ahmet Hoca denen zatın, selefi İslami yapıları “silahlanıyorlar” diyerek hedef göstermesi, Ayasofya imamının atanması ve görevden alınması süreçleri, Süleyman Soylu, Hulusi Akar, Yaşar Güler’in iki bakan ve bir Genelkurmay Başkanı olarak Gülen dışındaki bazı Nurcu cemaatlere yakınlık göstermeleri, Fidan ve Akar’ın İslamcı yazar Nuri Pakdil’e ev ziyareti, İBDA-C liderinin mezarını ziyaret etmesi, SADAT başkanı Ahmet Tanrıverdi’nin istifa etmek zorunda kalması, Ayasofya, İstanbul Sözleşmesi vb. başlıklarda yaşanan ayrışmalar, son dönemde istibdadın ve yarı-askeri rejimin ortak milis gücü işlevi görmüş İslamcı oluşumlar üzerinde bir iç rekabetin yansımaları olarak okunmalıdır. Bu rekabetin simetriğinde ise ordunun orta kademesinin laiklik ve Atatürk duyarlılığını gözeten tutum ve davranışlar gelmektedir. Ayasofya imamının Atatürk’ü telin eden sözlerine AKP içinden eleştiriler yükselmesi, Bahçeli’nin aynı bağlamda Atatürk’ü kırmızı çizgi olarak tanımlayan bir çıkış yapması, Montrö-Lozan gibi başlıklarda çelişkili ve gel-gitli açıklamalar, ideolojik politik kafa karışıklığından ziyade ordu içinde bu konularda duyarlılıkları olan, kalabalık ve hala güçlü olan kesimleri kollamaya yöneliktir.

İstibdadın tamamen kontrolüne girmiş olan yargıda da parçalı bir yapı söz konusudur. 2010 referandumunun ardından HSK’nın yapısının seçimle oluşturulmaya başlanmasının ardından bu alandaki yapılanma daha kolay görülebilmektedir. Yargıda, siyasal İslamcılar (İskenderpaşa-Hakyolcular/Abdülhamit Gül ve Erdoğan’ın avukatlarının yönettiği Berat Albayrak’la yakın çalıştığı söylenen İstanbul grubu), ülkücü faşist MHP eğilimliler (Süleyman Soylu’ya yakın olduğu söylenen Ankara grubu dahil) ve ulusalcı eğilimli Kemalist (CHP’li) unsurlardan (Metin Feyzioğlu tipolojisi) oluşan bir koalisyonun varlığı kimse için sır değildir. Zaman zaman bu unsurların birbirleriyle ters düştüğü, ciddi polemiklerin yaşandığı (Gül ve Soylu arasında “maklubeye kaşık sallayanlar” polemiği; FETÖ borsası tartışmaları; Andımız kararı tartışması) bunun dışında Anayasa Mahkemesine ilişkin tutum ve ton farklılıkları (Bahçeli-Soylu hattının AYM’yi açık hedef almasına karşı Erdoğan kanadının daha itidalli bir dil kullanması, Feyzioğlu kanadının AYM kararlarının bağlayıcılığını savunması, çoklu baroyu eleştirmesi vb.) bu alanda da istibdad cephesinin çok parçalı ve çelişkili bir yapı arz ettiğini göstermektedir.

Tüm bunlarla birlikte istibdad cephesi kendi pratiği içinde “ayrı yürü birlikte vur” ilkesini pek çok alanda hayata geçirebilmektedir. 28 Şubat savunucuları ile bu sürecin mağdurları, yeminli NATO’cular ile Avrasyacılar, 27 Mayıs’ı devrim olarak görenlerle tukaka edenler, İttihatçılar ile Abdülhamitçiler, Esad’la işbirliğini savunanlarla Emevi Camii’nde namaz kılmak isteyenler, Atatürkçü/laik milliyetçilerle ümmetçiler, Turancılarla İhvancılar hem birbirleriyle rekabet etmekte hem de “ortak düşmanlara” karşı birleşmektedirler. Örneğin 15 Temmuz’dan sonra cemaatin ve Kürt hareketinin askeri ve siyasi tasfiyesi birleştirici unsur olarak öndedir. Ancak bu tasfiyelerin temel motivasyonunu da ideolojik-politik düşmanlıklarda aramamak gerekir. Cemaatin tasfiyesi devlet mekanizması içinde yer elde etmenin bir aracıdır. Devlet mekanizması içinde yer tutmak ise istibdad rejiminin alameti farikası olan, devlet aracılığıyla sermaye ve kaynak transferinden pay elde etmek demektir. Kürt hareketinin askeri siyasi tasfiyesi süreci de esas olarak Türkiye burjuvazisinin dış pazarlara açılma, enerji kaynaklarına ulaşma amacının bir aracıdır. Türkiye burjuvazisi bu amacına ya silahların ya da açılımların ağırlık taşıdığı yöntemlerle ulaşabilir. Silahın ağırlık taşıdığı bir süreçte silahı elinde tutanların sömürgeci ganimetten en büyük payı alacağı aşikardır. Meseleye bu açıdan bakıldığında istibdad içindeki fay hatlarını tetikleyecek çelişkileri ideolojik alanda değil istibdad cephesinin kendi içindeki ganimet paylaşımı mücadelesinde aramak daha doğru olur. Ekonomik kriz pastayı küçültmektedir. Rekabeti arttırmaktadır. Askeri maceralar çıkmaza girdiğinde ganimet beklentisi yerini ekonomik ve siyasi maliyeti diğerinin üstüne yıkma çabasına bırakmaktadır.

Son dönemde Sedat Peker’in ifşaatının odaklandığı “çökme” hikayeleri ve kaçakçılık rotaları ile istibdadın sınır dışı maceralarındaki illegal ilişkiler tam da istibdadın ideolojik değil mali fay hatları üzerinde baskı oluşturmaktadır. Bu ifşaatın siyasal alana doğru ilerleme rotasının devlete yönelik İçişleri Bakanlığı (Emniyet-Jandarma) ve medya üzerinden geçtiği görülmektedir. Mehmet Ağar ve Süleyman Soylu ekseninin (kendi aralarındaki çelişkilere rağmen) iktidarın askeri kanadının içindeki bir odak olduğu açıktır. İfşaatta adı geçse de doğrudan Erdoğan’la hareket eden “Pelikan” grubu ile Turkuvaz Medya (ATV-Sabah) ile Türk Medya (Akşam-Güneş) gibi grupların üzerine tayin edici şekilde yüklenilmemesi. Diğer yandan Demirören grubunun doğrudan hedef alınmasının üzerinde durmak gerekir.

Demirören’in medya alanındaki yükselişi 15 Temmuz’dan sonra yarı-askeri rejimin kurulmasının ardından ivmelenmiştir. Doğan Medya Center’ın AKP İstanbul il örgütü ve Sedat Peker’in adamlarının işbirliği ile basılması 2015’tedir. Demirören’in bu Doğan medya grubunu Ziraat Bankası’nın karşılıksız kredisiyle alması ise 2018 yılında gerçekleşmiştir. Geleneksel olarak tüm kritik dönemeçlerde ordunun siyasal sözcüsü ve siyasete müdahale aracı işlevi gören Hürriyet’te ve bağlaşığı televizyon kanallarında emekli generaller ve “monşer” diplomatlar, güvenlik uzmanı adı altında istihbaratçılar sıklıkla boy göstermeye devam ediyor. Bu haliyle söz konusu mecraların patron değişikliğine rağmen ordunun medyası olma işlevini kaybettiği pek söylenemez. Eski Ergenekon sanığı Nedim Şener’in, Cumhuriyet mitingleri (27 Nisan 2007 e-muhtırası öncesinde gerçekleştirilen AKP ve Erdoğan karşıtı büyük kitle gösterileri) organizatörü Yaşar Hacısalihoğlu’nun ya da Doğu Perinçek gibi isimlerin bu mecralarda gerçekleştirdiği hararetli iktidar savunuculuğu bu açıdan pek de “döneklik” olarak adlandırılamaz. Kaldı ki Demirören ifşaatı OYAK’ın da işin içine girmesiyle dolaysız biçimde orduya dokunmaktadır.

Bu açılardan bakıldığında Peker ifşaatı göreli olarak istibdadın askeri kanadı üzerinde yoğunlaşmakta iken videolarda zikredilen Erdoğan ile “helalleşme”nin belirsiz bir tarihe ertelenmiş olması da önemlidir. Bu da ifşaatın arkasında olan siyasi iradenin (ABD’nin teşvik edici ya da doğrudan uygulayıcı olarak bu siyasi iradenin merkezi bir noktasında olduğu hemen hemen kesin gibidir) en azından bu aşamada toptan istibdadı hedef almıyor olabileceğini ve Erdoğan’ı kuşatarak kendi amaçları doğrultusunda yönlendirmeyi tercih ettiğini düşündürmektedir. Peker’in “helalleşme” videosunu açıkça Biden-Erdoğan görüşmesi vesilesiyle ertelemesi bu görüşmeden sonra videoların tamamen kesilmesi, Biden ile görüşmeden Afganistan’a muharip asker göndermek gibi radikal bir tavizin verilmesi ve S400, Ermeni Soykırımı gibi konuların kriz yaratmaması bu girişimin bazı sonuçlar elde ettiğini, Sezgin Baran Korkmaz olayının ABD’nin elinde yeni bir Zarrab davasına dönüşme istikametinde ilerlemesi ise kuşatmanın süreceğini ve sıranın er geç Erdoğan’a gelebileceğini göstermektedir. Muhtemelen böyle bir gidişatı ve sıranın kendisine geleceğini öngören Erdoğan, bu süreçte son derece güçlü çelişkiler yaşamakta olduğu Süleyman Soylu’ya sahip çıkan ve siyasal kaderini düşman kardeşine bağlayan bir pozisyon almıştır. Aynı şekilde siyasal alanda MHP ile işbirliğine ve Cumhur İttifakı’na sadık davranmakta, perde gerisinde ise yarı-askeri rejimin hassas dengelerini korumaya özen göstermektedir.

Önümüzdeki süreçte devam edeceği açıkça görülen sarsıntılar karşısında bu birlik görüntüsünün devam edip etmeyeceği son derece belirsizdir. Cumhur İttifakı’nın bir şekilde dağılması asla tek başına seçim ittifaklarına yönelik bir stratejik tercihin ya da anketlerde düşen oy oranlarına bağlı bir yönelişin sonucu olmayacaktır. AKP-MHP ittifakının temelleri Gezi isyanı ve 17-25 Aralık sürecinin etkisiyle 2014’te Erdoğan’ın Ergenekon-Balyoz sanığı askerlerle ittifak araması ve milliyetçi tabana yakınlaşmasıyla atılmış, 7 Haziran-1 Kasım 2015’teki iki seçim arasında Kürt açılımının yerini savaşın almasıyla ilerlemiş, 15 Temmuz’dan sonra yarı-askeri nitelikteki Başkanlık rejiminin inşası ile derinleşmiş ve konsolide olmuştur. Bu ittifakın bozulması bir seçim ittifakından vazgeçilmesi olmayacak, hükümet içinde silahlı bakanlıklar (İçişleri Bakanlığı ve Milli Savunma Bakanlığı) ile MİT nezdinde önemli sonuçlar doğuracaktır. Ya da tersinden bu bakanlıklar üzerindeki tasarruflar Cumhur İttifakı’nın dağılmasıyla sonuçlanacaktır. Böyle bir süreç içinde hiç şüphesiz ki yargıdaki koalisyon da derhal dağılacaktır. Raflarda bekleyen dosyaların inmesiyle, savcıların “harekete geçmesi” ile adliyeler bir anda kansız bir iç savaşın arenası haline gelebilir.

Bu süreci bir siyasi skandal ya da bir finansal çöküş tetikleyebilir. Bunun zamanlamasını ve biçimini önceden kestirmek zordur. Ancak siyasal alanda başlayacak büyük bir depremin ekonomide bir akut döviz krizine neden olması çok büyük bir olasılıktır ve bunun tersi de aynı oranda geçerlidir. Dolayısıyla ekonomik ve siyasal krizin eş zamanlı olarak yaşandığı bir “kusursuz fırtına”ya doğru gidiş söz konusudur. Türkiye’deki siyasal rejimin böylesi bir eş zamanlı krizin barışçıl şekilde atlatılmasını sağlayacak mekanizmaları hemen hemen hiç kalmamıştır. En barışçıl senaryo bir erken seçimin gündeme gelmesidir. Ancak erken seçim sürecinin barışçıl nitelikte geçmesinin de hiçbir garantisi yoktur. Dolayısıyla darbe, faşizm ve iç savaş tehlikesi asla hafife alınmamalıdır. Ancak Türkiye 2023’e normal seçim takvimiyle gidebilir ise bu mevcut kriz dinamiklerinin herhangi bir biçimsel iktidar değişikliği olmadan çözüme kavuşturulmasını gerektirecektir.

17-25 Aralık süreci bu tür bir sürecin nasıl gelişebileceğinin örneğini sunmaktadır. Bu örnekte önce mevcut devlet mekanizması içinde bir hesaplaşma yaşanmış ardından iktidar koalisyonunda tedrici şekilde cemaatin yerini Ergenekon davasında hapisten çıkartılan unsurların (asker-sivil) ve MHP’nin almaya başladığı bir süreç yaşanmıştır. Bu tarzda sert bir iç hesaplaşma yaşanırken, mevcut iktidar yapısından görece özerk bir güç odağının dışarıdan müdahalesinin gerekeceği açıktır. Biz bunu 30 Mart 2014 yerel seçimlerinden önce Mustafa Koç ile Erdoğan arasındaki görüşme vesilesiyle yaşamış ve partimizin yayın organlarında bu minvalde analiz ederek kayda geçirmiş bulunuyoruz. 2014’ten sonra yeni bir koalisyon kurulmuş, herhangi bir darbe ya da iç savaş yaşanmaksızın Erdoğan iktidarını koruyabilmiştir. Ancak 2014-2015-2016 yılları yine de istikrar yılları olmamıştır. Kürt savaşının yükseldiği, DAİŞ’in terör eylemleriyle bir iç politika unsuru haline geldiği nihayetinde 15 Temmuz darbe girişiminin yaşandığı bir üç yıl geçmiştir.       

İstibdad rejiminde muhalefet

Muhalefetin mevcut durumdaki konumunu ve olası bir krize müdahalesini yarı-askeri rejimin özgünlüğü içinde ele almak gerekir. Mevcut siyasal konjonktürde, iktidar koalisyonu ciddi şekilde oy desteğini yitirmekteyken muhalefetin genel olarak bir “erken seçim” çağrısında ortaklaşması gayet doğaldır. Ancak bu bize muhalefet güçlerinin basitçe seçimlerde yarışmak için örgütlenen “demokratik” organizasyonlar olduğu yanılsamasına götürmemelidir. Bu partilerin seçmen tabanlarıyla birlikte belirli bir kademeye kadar yönetici unsurları seçime odaklı bir ruh hali içinde olabilir. Ancak en üst seviyede parlamento dışı parametrelerin hesaba katıldığından kuşku duyulmamalıdır. Bu açıdan bakıldığında oy oranına sahip olmaktan daha önemli olan istibdadın iktidar yapısı içine ulaşan ilişkilerdir. Zira istibdadın yukarıda arz edilen özgül yapısı düşünüldüğünce, yaşanacak siyasi-ekonomik (kuvvetle muhtemel eş zamanlı) bir krize koşut olarak istibdadın fay hatlarının kırılması, yarı-askeri rejimin koalisyon ortaklarının “birlikte iktidara tutunma” stratejisinin imkânsız hale gelmesi, muhalefet odaklarını herhangi bir seçim süreci başlamadan iktidar mücadelesinin içine çekebilir. Bu noktada da daha çok oy potansiyeli olan değil istibdad rejiminin içine uzanan ilişkilere daha fazla sahip olanlar öne çıkacaktır.

Bu açıdan bakıldığında CHP’nin yüzde 25-35 arasında salınan oy potansiyelinden daha önemli olacak olan ordunun orta kademesindeki, devlet bürokrasisi ve yargı içindeki etkisidir. Basında CHP’li olarak görülen ve gözüken bir dizi ismin iktidar içindeki saflaşmalarda aldığı tutumlar, kime vurup kimi korudukları dikkatle takip edilmelidir. İyi Parti, MHP’nin sadece oy potansiyeline ortak değildir. Bundan daha fazla ordu içindeki güçlü faşist damarın akacağı bir alternatif olarak öne çıkmaktadır. Son dönemde İyi Parti’den ayrılarak yeni parti kuran Ümit Özdağ, İyi Parti İstanbul İl Başkanı Buğra Kavuncu’yu FETÖ’cü olmakla suçladığında, Meral Akşener’in bununla ilgili Hakan Fidan ve Hulusi Akar’ı tanık göstererek cevap vermesi son derece önemli bir ayrıntıdır. Akşener’in tanıkları Hakan Fidan ve Hulusi Akar iken Ümit Özdağ yeni kurduğu partiye bildiri yayınlayan emekli amiralleri çağırmaktadır. Davutoğlu ile MİT Başkanı Hakan Fidan’ın geçmişteki yakınlığı, Abdullah Gül ile Hulusi Akar’ın Kayseri’den Londra’ya uzanan girift ilişkileri, gündelik siyasal tartışma ve saflaşmalar açısından beklenmedik etkiler yaratabilir. Ali Babacan’ın partisinin oy potansiyeli az çok belli olmuştur ve mevcut durumda kendi başına barajı aşacak bir güce ulaşması mümkün gözükmemektedir. Öte yandan olası bir iktidar değişikliğinin birincil gündemi “döviz krizine acil çözüm” olarak özetlenebilir. Ve Ali Babacan, burjuvazi için emperyalist finans merkezine sunulacak ortak programın adıdır. Babacan yaklaşan krizden önce ülkede bulunan ve halihazırda partisini kurmuş olan bir Kemal Derviş’tir. Gücü oy toplama değil dolar getirme potansiyelindedir. Amerikan muhalefetinin iktidarlaşmasında ya da iktidar ortaklığına yükselmesinde rolü belirleyici olacaktır.

Tarikat ve cemaatler ile siyasal İslamcı hareket üzerindeki rekabeti de salt iktidarın kendi iç işi olarak görmek yanıltıcı olur. Saadet Partisi ve Gelecek Partisi İslamcı taban üzerinde rekabeti arttırmıştır. Erdoğan, Mısır-Suud-BAE ile normalleşme arayışı içinde İhvancı siyaseti terk ederken, yarı-askeri rejimin dengelerini gözeterek 28 Şubatçılarla birlikte yürürken, siyasal İslamcı tabanda büyük bir toprak kaymasını da tetiklemiş durumdadır. İstibdad rejiminin önemli bir dayanağı olan İHH giderek merkezkaç eğilimlerin etkisine girmektedir, Abdurrahman Dilipak gibi şahsiyetleri, Haksöz çevresi gibi yapıları muhalefet bayrağını hızla yukarı yükseltirken ve Gelecek Partisi ile dirsek temasına girerken gözlemlemek mümkündür. Ekrem İmamoğlu’nun belirli cemaatler ile ilişkisi son derece belirleyicidir. Kendisinin dini bir kanaat önderi niteliği yoktur. Ancak İBB başkanı olarak yönettiği milyarca liralık bütçe belirli cemaatlerin kanaat önderlerini satın alıp yönlendirmek için muazzam bir güç kaynağıdır.

Nihayet muhalefetin istibdad rejiminin ta kalbine kadar ulaşan alternatif bir kanalı, adeta bir çevre yolu da bulunmaktadır. Bu kanal ABD emperyalizminin ta kendisidir. Rabiacı rejim, ordunun en üst kademesiyle, operasyonel alt kademelerini İslamcılaştırmıştır ancak ordu NATO ordusu olarak kalmıştır. Yani Erdoğan’ın Rabiacılığı bu en temel çelişkisini giderememiştir. Kendi sözlerine referansla ifade edecek olursa “dereyi geçememiş, atları da değiştirememiştir.” Orduda en Amerikancı askerleri tasfiye etmiş gözükse de en tepedeki isim hala Amerikan liyakat madalyası sahibidir. Orduda politik bir Amerikan ve NATO karşıtlığı yoktur. NATO dairesi içinde Amerikan-İngiliz rekabeti giderek yerini yeniden Amerikan-İngiliz stratejik ittifakına bıraktığı ölçüde ordu içinde de ne İncirlik ve Kürecik üslerinin ne de NATO üyeliğinin ciddi anlamda sorgulanması beklenebilir. Tam tersine TSK, sahada savaş ya da operasyon halindeyken ABD ile işbirliği ve koordinasyona en yakıcı şekilde ihtiyaç duyacak olandır. Nasıl Suriye’deki Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı operasyonlarında Rusya’nın icazetini almak kritik rol oynadıysa ABD’nin icazeti de Kuzey Irak’ta gerçekleştirilen Kartal-Pençe serisi operasyonların tayin edici bir sonuç alabilmesi için de elzemdir. Gara deneyimi ortadadır. Erdoğan Putin ile askeri operasyonlar için sağladığı işbirliği ve koordinasyonu Biden ile sağlayamaz ise TSK’nın üst kademesi ile Amerikan muhalefeti arasındaki kanallardaki trafiğin hızlanması şaşırtıcı olmayacaktır. Bu öngörü Amerikan muhalefetini, istibdadın Kürt sorunundaki askeri yönelişi karşısında kategorik olarak “açılımcı” bir çizgide görmenin ne kadar yanlış olduğunu da bizlere hatırlatmalıdır.   

“Normalleşme” mi? Faşizm mi? Ön-devrimci durum mu?

Türkiye “kusursuz fırtına”ya doğru giderken gelişmenin yönünü tayin edecek olan en önemli unsur proletaryanın içinde bulunduğu nesnel ve öznel koşullardır. Bu anlamda 5. Kongre’ye referansla tartıştığımız “ön-devrimci” bir konjonktürün yeniden gündeme gelip gelmeyeceğini ancak bu koşulların analizini yaparak öngörebiliriz. Ayrıca Rabiacı istibdad rejimi açısından apaçık bir gerçek olarak karşımızda duran “istikrarsızlık” olgusunun içinde var olan devrimci potansiyelin hayat bulması sınıf mücadelesine bilinçli, örgütlü ve devrimci bir müdahale olmadan mümkün değildir. Bu bakış açısı Devrimci İşçi Partisi’ni burjuva muhalefetinden ve burjuva siyasetinin hegemonyası altındaki küçük burjuva sol/sosyalist hareketlerden kesin olarak ayırmaktadır. Zira düzen muhalefeti, Türkiye’nin içinde bulunduğu “çoklu kriz” ortamından her düzeyde normalleşme süreci ile çıkılacağı beklentisini yaymaktadır. Normalleşme “barışçıl” bir gelişme imasıdır. Düzen muhalefeti her ne kadar planlarını bu çerçeveyle sınırlı bir şekilde yapmasa da bu “barışçıl” imayı kitleleri sokaktan ve fiili mücadelelerden uzak tutmak için bilinçli olarak tekrarlamakta ve güçlendirmektedir.

“Normalleşme” kavramının esas içeriği ise politik olarak doldurulmaktadır. Ekonominin normalleşmesi siyasal iktidarın politik müdahalelerinden azade kılınarak piyasa kurallarına tabi kılınmasıyla, rejimin normalleşmesi başkanlık sisteminin reforme edilmesiyle, dış politikanın normalleşmesi Batı emperyalizmi eksenine tam olarak oturtulmasıyla gerçekleştirilecektir. Bu normalleşme politikası düzen muhalefetini “Ali Babacan ekonomisi”nde, “güçlendirilmiş parlamenter sistem”de ve “NATO ekseni”nde ortaklaştırmaktadır. Tüm bu başlıklar emekçi sınıflara yönelik sınıf saldırılarının farklı biçimlerini, sermaye düzeninin ve emperyalist boyunduruğun devamlılığını sağlayacak rejim ve dış politika tercihlerini ifade etmektedir.     

Düzen muhalefeti açısından normalleşmenin olası “barışçıl” güzergahları ise az çok bellidir. İki seçenek öne çıkmaktadır. İlki, istibdad rejiminin kendi iç çatışmalarının sonucunda, Erdoğan’ın iktidarda kalmak için MHP’yi koalisyon ortaklığından atarak bir “Türkiye ittifakı”nda karar kılmasıdır. Diğer seçenek ise 2019 yerel seçimlerindeki İstanbul modelinin (Millet İttifakı+AKP’den kopan partiler+HDP’nin dışarıdan desteği) olası bir erken seçimde ya da 2023’te yapılacak seçimlerde başarılı olmasıdır. Burjuvazi bu sürecin mümkün olduğu ölçüde “barışçıl” şekilde yaşanmasını isteyecektir. Bu “aklıselim” gereği değil burjuva siyasetinin kapitalist mülkiyet sistemine kopmaz bağlılığının bir sonucudur. Mevcut Rabiacı istibdadın yıkılmasının sömürü düzenini derinden sarsacak bir devrimci konjonktür yaratması olasılığından duyulan ölümüne korkunun bir tezahürüdür. Slogan “devr-i sâbık yaratmayacağız”dır. Aynı korkudur ki burjuvazinin Erdoğan ve müttefikleri tarafından siyasal mülksüzleştirmeye maruz bırakılmış fraksiyonlarını pek çok defa yeniden ve yeniden geri adım atmaya, istibdad rejimiyle uzlaşmaya yöneltmiştir. İstibdadın iç çelişkileri belirli bir hesaplaşmanın ardından geçici de olsa az çok istikrarlı bir çözüme kavuşur, istibdad rejimi kendini burjuvaziyi devrimden koruyacak tek alternatif olarak yeniden sunabilirse, bir kez daha benzer bir uzlaşmaya tanık olabiliriz.

Batıcı laik kanadının ideolojik hakimiyeti altındaki sol/sosyalist hareketler açısından burjuva muhalefetinin “normalleşme” programının büyük oranda benimsendiğini söyleyebiliriz. HDP’nin etki alanındaki kesimler büyük oranda bu değerlendirmeye dahildir ancak Kürt hareketinin kendine özgü çelişkileri ayrıca el alınmalıdır. “Normalleşme” sürecinde sol/sosyalist harekete biçilen rol Erdoğan’a ve müttefiklerine karşı burjuva muhalefetine destek güç olmaktır. Bu siyasal konumlanış, küçük burjuva solunu, kitlelerin odağını sınıf mücadelesinden sandık aritmetiğine yönlendirmek, pandemi sürecinde “kısa çalışma ödeneği” gibi başlıklarda sınıf uzlaşmacılığını savunmak, hukuk devleti savunusuyla burjuva devletinin sınıfsal içeriğini gizlemek, Merkez Bankası bağımsızlığını savunarak piyasa hakimiyetini kutsamak, AB’nin, uluslararası toplumun, hatta Biden’ın istibdad üzerinde baskı kurması için çalışarak düpedüz emperyalizm yanlısı bir tutum almak gibi son derece gerici pozisyonlara sürüklemektedir.

Devrimci İşçi Partisi bu yanlış politika ve eğilimleri sadece bir tür burjuva gericiliğinin karşısında başka bir tür gericiliğini temsil etmesi açısından değil aynı zamanda mevcut durumun yanlış bir değerlendirmesine dayandığı ve düpedüz ütopyacı bir gericilik niteliğinde olduğu için de reddetmektedir. İstibdad rejiminin pek çok alanda sergilediği baskıcı pratik, bir dizi gelişmenin ardından yerini burjuva iktidarının daha “olağan” biçimlerine bıraksa dahi bunun proletarya açısından otomatik olarak olumlu koşullar getireceği düşünülemez. Bunun için bugün istibdadın siyasal zayıflığı, azalan desteği ve iç çatışmaları dolayısıyla gerçekleştiremediği esnek çalışma, kıdem tazminatı vb. başlıklardaki saldırıların “normalleşen” Türkiye’de, “yapısal reformlar” kılıfı altında çok daha güçlü bir şekilde gündeme getirilebileceğini düşünmek yeterli olacaktır. Burjuvazinin genel olarak “barışçıl” yöntemleri ve “normal” rejimleri çıkarlarına uygun bulması, “iç savaş”tan korkması, faşizmi tehlikeli bulması hiçbir garanti sunmaz. Zira burjuvazi genel manada hâkim sınıf olsa dahi toplumu fiilen hakimiyeti altında tutmakta ve hegemonya kurmakta zorlanmaktadır. Üçüncü Büyük Depresyon’un yarattığı koşullar, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de krizli ve çatışmalı gelişme eğilimlerini barışçıl ve istikrarlı süreçlerin karşısında daha baskın hale getirmektedir. Dünya çapında proto-faşist hareketlerin yükselişi sürmektedir. Bu anlamda Rabiacı istibdadın faşizme doğru evrim geçirmesi ve/veya koalisyon ortağı MHP’nin istibdada kendi faşist rengini daha fazla verdiği bir süreç ciddi bir olasılık ve tehlike olarak değerlendirilmelidir.

Rabiacılığın faşizme evrim geçirmesi olasılığında, paramiliter güçlerin faşist bir parti yönetiminde merkezileşmesi, yoğunlaşması belirleyici bir faktör olacaktır. Türkiye bugün adeta paramiliter oluşumlar enflasyonu yaşamaktadır. Ülkü Ocakları, Alperen Ocakları gibi geleneksel faşist örgütlenmeler dışında, mafyatik oluşumlar, tarikat ve cemaatler, SADAT ya da devletin resmi istihbarat birimleri aracılığıyla Suriye’de talim görüp ülkeye dönen kalabalık bir kitle vardır. Bu kitle büyük bir potansiyel tehlike oluştursa da mevcut durumda henüz bu unsurların faşist bir merkezileşme ve yoğunlaşma arz ettiği söylenemez. Ancak gelişmeler her zaman bu durumu tersine çevirebilir ve faşist bir yükseliş açıkça gündeme gelebilir. Diğer yandan bu grupların tasfiyesi ya da hareket alanlarının daraltılması beraberinde liberal solun hayal ettiği bir “hukuk devleti” değil baskı aygıtının devletin resmi polis, jandarma ve ordu güçlerinde merkezileştiği müstebit rejim biçimlerini (askeri, yarı-askeri, bonapartist vb.) getirecektir. Hâkim sınıfların inisiyatifinde gelişen ve düzen içi çelişkilerin siyasal mücadelede baskın rol oynadığı bir sürecin herhangi bir ilerici sonuç doğurması mümkün değildir.

Olası bir faşist yükselişin istibdad cephesi içindeki ana dayanağının MHP olduğu açıktır. MHP ile son derece yakın bir siyasal ilişki ve etkileşim içinde olan Süleyman Soylu’nun istibdad cephesi içindeki özgül pozisyonunun da bu açıdan değerlendirilmesi gerekmektedir. Peker’in suçlamaları karşısında Soylu’ya istikrarlı şekilde sahip çıkan ve onu destekleyen Bahçeli olmuştur. Diğer yandan Soylu’nun başında olduğu polis teşkilatının emniyet müdürlerinin büyük çoğunluğunun MHP kökenli olduğu bilinen bir durumdur. Yine Soylu’nun başında olduğu Jandarma birliklerinin bazı komutanları aleni şekilde Ülkü Ocakları’nı ziyaret ederek pozlar vermektedir. Tüm bu ilişkilerin bir ucu da hiç şüphesiz ki kontrgerilla içine (başta Jandarma ve Polis ağırlıklı unsurlara) uzanmaktadır. Süleyman Soylu bizim de daha önce dikkat çektiğimiz kendisinin de daha sonra itiraf ettiği şekilde polislikten, askerlikten anlayan bir kişilik değildir. Soylu’nun rolü yarı-askeri rejimin askeri kanadının ve bu kanadın da bilhassa faşist ve faşist eğilimli unsurlarının siyasal temsiliyetinde öne çıkmaktadır. Soylu, Peker’in ifşaat ve iddiaları karşısında ciddi şekilde yıpranmışsa da, kendini müdafaa etmek için çıktığı TV programlarından istediği sonucu alamamışsa da halen silahlı bürokrasi üzerindeki etkisini korumakta ve daha da önemlisi kitle desteği açısından Erdoğan’a karşı istibdad cephesinin içinden çıkan tek alternatif olma özelliğini sürdürmektedir.

Üçüncü Büyük Depresyon’un sadece karşı devrimi, gerici iç savaşları, darbeleri değil toplumsal mücadelede yükselişleri, halk isyanları ve devrimleri de gündeme getirdiğini biliyoruz. 2011’de Arap devrimi ile başlayan dünya devrimci dalgası iniş çıkışlarla, ileri atılımlar ve geri çekilişlerle sürmektedir. Devrimci dalga adeta kıtaları dolaşmaktadır. Devrimin ilk aşamasında Akdeniz’i bir devrimci havzaya dönüştüren bu dalga yaşadığımız süreçte Latin Amerika kıyılarına doğru ilerlemektedir. 2013’te Gezi İsyanı’nı 2014’ta Kobani Serhildanı’nı yaşayan, 2015’te büyük metal grevine sahne olan bu topraklar 2016’da bir darbe girişimi içerisinde geceden sabaha bir iç savaş görmüş ve ardından 5 yıl boyunca yarı-askeri nitelikteki bir istibdad rejiminin sultası altında yaşamıştır. Bu 5 yıl dahi, saman alevi gibi parlayıp sönse de çok sayıda mücadeleye (işçi mücadeleleri, Kazdağlarından Rize’ye köylü eylemleri, kadın eylemleri, Baroların isyanı, Boğaziçi öğrencilerinin ve akademisyenlerinin mücadelesi vb.) tanık olmuştur.

Bu 5 yıl içinde “mühürsüz” bir referandumla başkanlık sistemine geçilmiş, 2018 “muhtıralı” seçiminde (seçim öncesinde Gen.Kur. Bşk. Hulusi Akar, Abdullah Gül’ün bahçesine helikopterle inerek onu aday olmaktan vazgeçirmişti) Erdoğan Cumhurbaşkanlığı’nı, AKP-MHP meclis çoğunluğunu, TSK (Hulusi Akar) savunma bakanlığını aldı. Ancak tüm bunlar 2019 yerel seçimlerinde istibdad cephesinin büyük şehirleri muhalefete kaybetmesine mâni olamadı. İstanbul seçiminin tekrarlanmasına rağmen daha büyük farkla CHP (İmamoğlu) tarafından kazanılması bu yenilgiyi bir hezimete dönüştürdü. Elbette ki zafer, emekçi halkın zaferi değildi. Bu zafer Amerikan muhalefeti tarafından halkın hürriyet mücadelesinin şahlanmasına değil uyuşturulması için kullanıldı. Ancak tüm bunlar toplumun bağrında istibdada karşı tepkinin, hatta öfkenin biriktiğini, hürriyet özlem ve isteğinin arttığını da göstermektedir. Ekonomik krizin etkileri ile birlikte işçi sınıfı ve yoksul halk kesimleri içinde ekmek talebi de artmakta, istibdad cephesinin kitle tabanındaki toprak kayması adım adım bir heyelana dönüşmektedir. Emekçi halkın saflarında biriken ve gelişen mücadele dinamikleri belirli bir olgunluğa erişirse Türkiye’nin önünde çok farklı yollar açabilir. Bir ön devrimci durum yeniden Türkiye’nin gündemine gelebilir.

Emekçi halkın saflarında ekmek ve hürriyet mücadelesinin dinamikleri

Proletaryanın saflarındaki mücadele dinamikleri açısından sendikal harekette kısmi bir canlılık söz konusudur. Son dönemde sendikal düzeydeki işçi mücadeleleri şu başlıklar altında toplanabilir: 1. TİS yetkisi olan işkolu ve sendikaların sendikal örgütlenmesinde işyeri bazlı saldırılara karşı direnişler (metal, tekstil, gıda, petrokimya, taşımacılık); 2. Toplu sözleşmelerdeki uyuşmazlıklar; uyarı eylemleri ve grevler (metal, tekstil, gıda, petrokimya, taşımacılık, demiryolları) 3. TİS bağlamı dışında hak talepleri ve örgütlenme çabaları (madencilik, inşaat, depoculuk, turizm, eğlence sektörü, PTT, tersaneler) 4. İşçi sınıfının genel hak talepleri, protestolar ve savunma eylemleri (EYT; kıdem tazminatı; kadına yönelik şiddet karşıtı protestolar).

Türkiye açısından bakıldığında pandemi ile iç içe geçen ekonomik kriz süreci tüm sektörleri aynı şekilde, oranda ve tempoda etkilememiştir. Örneğin hizmet sektörü genel olarak büyük darbe almış ancak kargo ve evlere servis alanında bir büyüme ve istihdam artışı yaşanmıştır. Sanayi sektörü, burjuvazinin küresel tedarik zincirlerinde yer kapma stratejisini benimsemesi, iktidarın bu stratejiyle öncelik veren teşvik ve destek politikalarıyla nispi olarak daha az daralmış ve canlılığını koruyabilmiştir. Andığımız hizmet kolu ve sanayi sektörlerinde pandemi sürecine rağmen örgütlenme deneyimleri hak mücadeleleri sayıca bir artış ve belirli bir canlılık göstermektedir. Sendikalaşma üzerinde yoğun baskılar olmasına, pandemi koşulları bir dizi ek zorluk getirmesine rağmen sendikalaşma oranında yüzde 1’lik önemli sayılabilecek bir artış söz konusudur. Metal işkolunda stratejik önem taşıyan Türk Metal üye sayısını 12-13 bin gibi ciddi bir miktarda arttırmış ve 200 bini geçmiştir. Bu artış daha önce iktidarın uzantısı olarak işlev gören ve belediyelerle kamu sektöründe örgütlenen sendikaların büyümesinden farklıdır. Türk Metal örgütlenmede patronlarla anlaşmayı esas yöntem olarak benimsemeye devam etse de, patronların sarı da olsa sendikaya tahammülünün az olduğu bir ekonomik konjonktür söz konusudur. Bu dönemde Türk Metal’in protesto eylemleri, direniş çadırları ve hatta hatırı sayılır fabrika işgalleri olmuştur. Birleşik Metal İş’in her dönemde var olan bu tür eylemlerinin yanında Türk Metal eylemlerinin artık istisnai bir karakterde olmadığının tespit edilmesi son derece önemlidir. Türk Metal’in artan üye sayısı tek başına burjuvazinin işçileri kontrol etme çabası olarak katiyen görülemez. 2015 fiili metal grevlerinin etkisiyle Türk Metal, bürokratik ve sınıf işbirlikçi yapısını sürdürse de tabandan gelen basıncı kontrol etmek için pratiğini uyarlamak zorunda kalmıştır.

Bürokrasi içi rekabette Pevrul Kavlak’ın Türk-İş başkanlığı için girdiği rekabet de bu süreçte etkilidir. Kavlak’ın niyetleri samimi ve ilerici olmayabilir. Değildir de… Ancak önemli olan Türk-İş içi rekabette siyasal iktidara yakınlık dışında sendikal mücadelenin kendi iç dinamiklerinin daha fazla belirleyici olmaya başlamasıdır. Kavlak’ın tersine Türk-İş yönetimine talip olmayan ama bürokrasiye karşı muhalif bir pozisyonda olan Tek Gıda-İş’te de sendikal mücadele alanında güç toplama eğilimi görülmektedir. Daha zayıf olmakla birlikte benzer bir durumu Petrol-İş’in şubelerinde de görmek mümkündür. Sendikal hareket içinde potansiyel bir ilericilik taşıyan bu dinamik henüz belirleyici seviyeye ulaşmamıştır. Ancak hareket istikameti yükseliş yönündedir. 2019’da belediyelerin el değiştirmesiyle birlikte ilgili sektörlerde sendikalaşma oranında olmasa da sendika tercihlerinde değişiklik olmuştur. Bu alan sendikal mücadelenin büyük oranda burjuva partilerinin rekabet alanı olduğu söylenebilirse de, toplu sözleşme süreçleri, grev kararları ve bu kararların uygulanış süreçleri burjuva siyasetinin çizdiği çerçeveyi zorlayan dinamikler oluşturabilmektedir. İlk etapta CHP’li belediyelerdeki grevlerde gördüğümüz bu dinamikler adım adım AKP’li belediyelerde de etkili olabilir. Eş zamanlı ekonomik ve siyasal krizler sendikal hareketi hem daha da canlandıracak hem de sendikal hareket üzerinde istibdadın gevşeyen kontrol mekanizmalarını iyice kıracaktır. Bürokrasi içinde koltuk kavgası kızıştıkça işçi sınıfı mücadelesinin en sarı sendikada dahi yükselebileceği boşluklar doğabilir ve doğacaktır.

Yukarıda yaptığımız değerlendirmeler MESS sürecinin büyük patlamalara gebe olduğunu bize göstermektedir. Türk Metal’in izlediği sürece, Birleşik Metal saflarında sendika yönetimine yönelik bir önceki dönemden bakiye kalan öfke ve baskıyı da eklemek gerekir. MESS süreci bir önceki dönemin tekrarı olarak yaşanmayacaktır. MESS cephesi pandemi ve ekonomik krizin tüm yıpratıcı ve baskılayıcı etkilerini kendi lehine kullanmak isteyecektir. Bunlar işçi sınıfının mücadele eğilimleri üzerinde ciddi ölçüde olumsuz etki de yapacaktır. Ancak MESS’in karşısında çok daha örgütlü, dinamik ve öfkeli bir metal işçisi bulması olasıdır. Bu öngörüler dahilinde metal işçisinin öncü kesimlerinin bu süreci nasıl yönlendireceği belirleyicidir. MESS ve bürokrasi için bu süreci en rahat atlatmanın yolu, MESS sözleşmelerinin klasikleşen temposunun mümkün olduğunca dışına çıkılmamasıdır. Yani formel maddelerle başlayan, ilk ücret teklifinin aşırı derecede düşük tutulduğu, işçi eylemlerinin yavaş yavaş dozunun arttığı, ancak uyuşmazlığın yasal greve dönüşeceği tarih yaklaştığında üretime dokunan eylemlerin gündeme geldiği bir tempo ile ilerleyen sürecin varacağı yer az çok bellidir. Bu süreçte yapılması gereken MESS’in saldırı paketi gündeme gelir gelmez mümkün olduğunca erken aşamada üretimi etkileyen eylemleri örgütlemek ve inisiyatifi mümkün olduğunca ileri fabrikaların ve bölgelerin öncü işçilerine geçirmek olacaktır.

Bu tür bir yöneliş sadece MESS sözleşmesinin içeriğinin sendikal anlamda iyileştirilmesini sağlamayacaktır. MESS sözleşmelerinin ekmek ve hürriyet mücadelesinin belirleyici bir muharebe alanı haline gelmesi de ancak böyle mümkün olacaktır. Proletaryanın en örgütlü ve eylem kapasitesi yüksek gruplarından biri metal işçileridir. Ayrıca metal işçilerinin petrokimya ve gıda sektörü işçileriyle yoğun bir sosyal (yaşam ve çalışma alanlarının ortaklığı) ve sendikal (bu sektörlerdeki sendikaların görece aktif olması) etkileşimi vardır. Proletaryanın saflarında ekmek mücadelesinin en örgütlü ve etkin biçimde yükselmesi, hem işçi sınıfında bir hareketlilik oluşturacak hem de hürriyet mücadelesinde işçi sınıfını diğer sınıf ve katmanlar arasında bir adım öne çıkaracaktır.

Her işçi mücadelesi stratejik önemde olmayabilir ancak tüm işçi mücadeleleri ekmek ve hürriyet mücadelesi açısından önemli ve meşru birer platform olarak görülmelidir. Her işçi mücadelesi, bağımsız sınıf politikasının çeşitli unsurlarını işçilere aktaracağımız, mücadele vesilesiyle sınıfın daha geniş kesimlerine seslenebileceğimiz birer vesile olarak değerlendirilmelidir. Zira her işçi mücadelesi, istibdadın şovenist, ırkçı, mezhepçi temellerdeki bölme parçalama politikalarına karşı emeğin çatısı altında buluşmanın bir küçük örneğidir. Bu mücadelelerin kazanması, kazanım elde etmesi son derece önemlidir ve sınıfa örnek olması, bu mücadeleler vesilesiyle sınıfa yapacağımız çağrıların kuvvetlenmesi nihayet bu mücadelelerin gelecek için içlerinden öncü ve örgütlü işçiler çıkarması açısından son derece önemli görülmelidir.    

Stratejik mevzilenmenin atılımı için emekçi kadınlar en öne!

İşçi sınıfının ekmek mücadelesini yükseltmesi ve hürriyet mücadelesinin merkezi öncü gücü haline gelmesi ne kadar önemliyse, bunun gerçekleşmesinde emekçi kadınların oynayacağı rol de o kadar belirleyici olacaktır. Emekçi kadınlar, her tekil mücadelede mücadele potansiyellerinin büyüklüğünü, gelişmeye ne kadar açık olduklarını ve tüm bunların ötesinde öncülük kabiliyet ve kapasitelerini kanıtlamaktadır. Bu gerçeklik genel olarak kadın mücadelesinin istibdadın karşısında (süreç içinde iniş çıkışlar da gösterse) kitlesel ve meşru bir direnç odağı ve bir hürriyet mevzisi oluşturmasıyla birlikte değerlendirildiğinde çok daha büyük bir anlam kazanmaktadır.

Kadın hareketi üzerindeki feminist hakimiyet, kadınların kurtuluş mücadelesinde burjuva hegemonyasının bir kanalı işlevini görmektedir. İdeolojik politik boyutta bu işlev son derece açık şekilde görülmektedir. Ancak feminist hareket emekçi kadın mücadelesiyle kesiştiği yerlerde pratik olarak da ketleyici bir rol oynamaktadır. Emekçi kadınlar mücadeleye atıldığında sol örgütler, feminist sendika uzmanları ve sendika bürokratları (kadınları kongrelerde, etkinliklerde vitrine çıkararak, sendikalardaki erkek egemenliğinin üstünü örtmeye çalışan, kadınların enerjisini sendika dışına kanalize etmekten çıkar sağlayan aracılığıyla) güçlü bir feminist etkiye maruz kalmaktadır. Öte yandan emekçi kadın hareketinin potansiyeli, feminizmin burjuva ve kimlikçi ideolojik çerçevesini kırıp atacak bir potansiyel göstermektedir. Bilhassa fabrikalarda sınıf mücadelesi içinde öne çıkan kadın işçiler, feminist aktivizmin ötesinde bir özgüven, örgütlenme becerisi ve mücadelecilik göstermektedir. Daha önemlisi emekçi kadınların öne çıkması, emekçi halka seslenirken ve istibdadın karşısına çıkarken feminizmin sahip olmadığı bir meşruiyet zemini sunmaktadır. Emekçi kadınların örgütlenmesi, mücadeleye atılması ve kadınların kurtuluşunun öncüsü ve sözcüsü konumu için ileri atılması ideolojik ve politik açıdan da belirleyicidir. Sol içerisinde kadın mücadelesinin dışına taşan ve genele yayılan post modernist, kimlikçi hegemonyanın kırılmasında ideolojik politik mücadeleyi emekçi kadın mevzisinden yükseltmek muazzam bir güç sunacaktır. Devrimci İşçi Partisi emekçi kadınları örgütlenme faaliyetlerinin, stratejik mevzilenmenin ve siyasal yönelişinin merkezine alarak ilerlemelidir.

Modern küçük burjuvazinin hürriyet mücadelesindeki yeri

Modern küçük burjuvazinin bağrında istibdada karşı biriken öfke ve gelişen canlanma dinamikleri partimizin öngörüp takip ettiği bir süreçtir. Beyaz yakalılardan, profesyonellerden, avukatlardan, mühendislerden, tabiplerden vb. müteşekkil modern küçük burjuvazinin saflarındaki tepkinin somut eylemlerden ziyade başta sosyal medya olmak üzere dolaylı mecralarda yansımasını bulduğu söylenebilir. Ancak bu alana da statik değil dinamik şekilde bakmak gerekir. Siyasal alandaki çalkantılar, politik süreçleri oldukça yakından takip eden bu kesimin (Sedat Peker videolarının en sadık izleyici kitlesini bu kesim oluşturmaktadır) gelişmeler sonucunda mücadele alanlarında boy göstermesi mümkündür. Elbette ki bunun öncelikle modern küçük burjuvazinin meslek odası, baro gibi örgütlülükleri aracılığı ile olması beklenebilir. Bunların dışında istibdadın infial yaratacak nitelikteki bir eylemi bu kitleyi hızla örgütsüz ve kendiliğinden şekilde sokağa çekebilir.

Modern küçük burjuvazinin istikrarlı bir eylemlilik hali içinde olmasını hem son dönemdeki pratiği hem de bu kitlenin yapısal özellikleri dolayısıyla bekleyemeyiz. Ancak bu kitlenin hürriyet mücadelesinin üzerindeki politik hegemonya açısından önemli bir pozisyonda olduğu unutulmamalıdır. Bu kitle üzerinde sınıf perspektifine dayanan ideolojik ve politik propaganda süreklilik arz etmelidir. Modern küçük burjuvazinin proletarya mücadelesine bakışı tutarlılıktan yoksundur. Bu bakışta “ezilen fakir insanların haklı mücadelesiyle dayanışma” duygusu ön plandadır. Modern küçük burjuvazi, örgütlü ve örgütsüz unsurlarıyla proletaryanın öncülüğünü kabul etmeye yatkın değildir. Dolayısıyla genel kitlesi itibarıyla modern küçük burjuvazi hürriyet mücadelesini hem ileriye taşıyacak hem de dizginleyecek bir rolü eş zamanlı olarak oynayacaktır. Bu kesim bir yandan istibdadın karşısına sadece kitleselliğiyle değil toplum yaşamında tuttuğu yerle de güçlü bir muhalefet olarak çıkacak, bir yandan da arada kalmış sınıfsal konumu ile sürekli olarak evine, iş yaşamının rutinine dönme ve yaklaşan seçimleri beklemeye geçme eğilimi gösterecektir. Bilhassa ekonomik kriz koşullarında işini ve ayrıcalıklarını kaybetmeme kaygısı bu kesimi işyerleri bazında ve bireysel olarak gerici pozisyonlara taşıyacaktır.

Kamu emekçilerinin özgül durumu 

Kamu emekçileri sendikaları sınıfsal konum itibarıyla ana gövdesi proletaryanın içinde olan belirli bir kısmı ile modern küçük burjuvazinin unsurlarını içinde barındıran bir odaktır. KESK tarafından temsil edilen kamu emekçileri kesimi siyasal tutum ve refleksler itibarıyla Kürt coğrafyasında hemen hemen bütünüyle HDP çizgisiyle ortaklık göstermekte, Batı’da ise modern küçük burjuvazinin refleks ve eğilimlerini paylaşmaktadır. Kamu emekçilerinin sendikal örgütü olmaktan ziyade sol, sosyalist, Alevi, Kürt, sosyal-demokrat vb. kimlikten kamu emekçilerinin örgütü niteliğindeki KESK’in bir sınıf örgütü olarak işçi sendikalarıyla aynı zeminde değerlendirilmesi doğru olmayacaktır.

Hastaneler, sağlık ve sosyal hizmet kuruluşları kamu emekçileri nezdinde sınıfsal ilişki, refleks ve örgütlenme pratiklerinin en çok hayat bulduğu alanlar olarak özel ele alınmalıdır. Pandemi sürecinde öne çıkardığımız “hastane komiteleri” perspektifi kalıcı örnekler oluşturamadıysa da umut verici potansiyeller olarak örgütsel belleğimizde yer etmelidir. Genel olarak kamu emekçilerinin sınıf mücadelesi alanına çekilmesini sağlayacak gelişmeler de olasılık dahilindedir. Eş zamanlı seyredecek ekonomik ve siyasi kriz dinamikleri politik olarak bölünmüş (AKP/Memur-Sen); MHP/Kamu-Sen; CHP-HDP-Sosyalist/KESK vb.) durumda olan kamu emekçileri sendikalarını ortak ekonomik çıkarlar etrafında birleştirecek dinamikleri gündeme getirebilir.

Hürriyet mücadelesi ve anti-faşist direniş açısından Alevi potansiyeli

Aleviler hürriyet mücadelesinde işçi sınıfının en önemli müttefiklerinden biridir. Ayrıca Türkiye’deki tarihsel süreç içinde Aleviler önemli bir anti-faşist direniş potansiyeline sahip olduğunu çok değişik dönemeçlerde göstermiştir. Alevi toplumu, Rabiacı rejimin mezhepçi karakteri, faşist MHP’nin iktidarda artan gücüyle birleşerek uzun süredir Alevilerin içinde bulunduğu nefsi müdafaa ruh halini pekiştirmektedir. Alevilerin nefsi müdafaa ruh hali bir yanda direniş potansiyelini güçlendirmekte diğer yandan savunma refleksinin ağır basmasıyla, Aleviler için koruyucu bir çatı olarak görülen CHP’de toplanma ve örgütlenme eğilimini arttırmaktadır. Kemalizmin Alevilere karşı suç sicili ne kadar kabarık olursa olsun, laikliği savunan ve devlet içinde de etkili olabilen güçlü bir parti Aleviler için İslamcı ve faşist alternatifler karşısında bir güvenli liman yanılsaması yaratmaktadır. Benzer bir yanılsama ABD ve AB için de söz konusu olmakta hatta Hamas’ın İslamcılıkla özdeşleştirilmesi dolayısıyla Alevi kitlesi içinde İsrail’e dahi bir sempati oluşabilmektedir. Tüm bu gerici eğilimlere ve çarpık anlayışlara karşı Aleviler içinde sürekli bir ideolojik politik mücadele yürütmek şarttır. Aleviler her halükarda, Türk burjuva devletinin üzerinde yükseldiği şovenist ve mezhepçi temeller dolayısıyla hürriyet mücadelesinin önemli bir parçası, anti-faşist direniş potansiyelinin en dinamik unsurlarından biri olmayı sürdürecektir.

Proletaryanın mücadele sloganı: İşsize iş- Herkese aş- Emekçi halka hürriyet

İşsizlik ve hayat pahalılığının kronik ve yakıcı sorunlar olarak yaşanmakta olduğu ve yaşanmaya devam edeceği, istibdadın hem baskısının arttığı hem de içten içe dağılmakta olduğu bir süreçte Devrimci İşçi Partisi’nin mücadele hattını özetleyen slogan “işsize iş, herkese aş, emekçi halka hürriyet” olacaktır. Bu sloganın işaret ettiği mücadelelerin iç diyalektiği son derece önemlidir. Kitleleri harekete geçirici esas faktör ekmek mücadelesi olacaktır, bu mücadele bugün de yaşanmakta olduğu gibi her aşamasında başlı başına bir hürriyet mücadelesine dönüşme eğilimi göstermektedir. Diğer yandan istibdad cephesindeki tüm çelişkiler, iç çatışmalar ve iktidar yapısındaki dağılma emareleri toplumsal mücadeleleri baskılayıcı faktörleri gevşetebilir. İstibdada karşı biriken öfke ve hürriyet özlemi bir toplumsal patlamaya dönüştüğünde, bu patlamanın kapitalist düzenin sınırları dışına çıkması ancak sınıf mücadelesinin oynayacağı role bağlı olacaktır. Devrimci İşçi Partisi’nin sloganı işte bu diyalektik üzerinden yükselmektedir.   

Ekmek mücadelesinde sendikal mücadeleyi acil taleplerle ileriye taşıyacak ve geçiş talepleri ile siyasallaştıracak bir mücadele hattı benimsenmelidir. İçinde bulunduğumuz süreçte sendikal mücadeledeki bazı savunma mevzilerinin de sınıf mücadelesini politikleştirecek etkiler yapabileceği değerlendirme dışı bırakılmamalıdır. Örneğin grev hakkı için mücadele, grev yasaklarına karşı fiili grevler biçimini aldığı ölçüde politikleşme eğilimi gösterecektir. Yine kıdem tazminatına yapılan saldırıya karşı “savunma” nitelikli bir mücadele, kitleselleştiği ve bir genel grevi tetiklediği ölçüde bir anda ülkede siyasal krizin unsuru haline gelebilir. Bu gelişme sürecinde sendikaların tutucu eğilimlerini aşmak üzere işyeri ve fabrika komitelerinin örgütlenmesi, bir genel grevi zorlamak için tabanda sınıf mücadeleci eğilimleri birleştirecek her türlü örgütsel formun değerlendirilmesi gerekmektedir.     

Proletaryanın mücadele taktikleri: Birleşik İşçi Cephesi ve Bağımsız Sosyalist Odak!

Devrimci İşçi Partisi’nin ekmek ve hürriyet mücadelesini proletaryanın iktidar mücadelesine doğru ilerletmede izleyeceği taktikler açısından, sendikal alanda Birleşik İşçi Cephesi siyasal alanda ise Bağımsız Sosyalist Odak önermesi önemini korumaktadır. Birleşik İşçi Cephesi taktiği Türkiye’de siyasal yelpazenin özgül karakteri dolayısıyla, işçi sınıfıyla organik bağları olan partilerin bulunmayışı sebebiyle esas olarak sendikal alanda inşa edilmek zorundadır. Birleşik İşçi Cephesi için, bu cephenin kendisine değil ama bu cepheye doğru izlenecek yola işaret etmesi açısından, yakın tarihimizde gösterilebilecek tüm sendika ve konfederasyonları tek çatı altında birleştiren ve mezarda emeklilik yasasına karşı 90’ların sonunda dev eylemler örgütleyen Emek Platformu’dur. Bugün yeni bir Emek Platformu’nun kurulması yakın vadede mümkün gözükmemektedir. Ancak gelişmeler istibdadın sendikal hareket üzerindeki hakimiyetini gevşetme yönünde olursa bu bir olasılık haline de gelebilir. Her durumda sendikal bürokrasiye bu doğrultuda tabandan yukarı, yerelden merkeze doğru baskı oluşturabilmek için, sınıf mücadeleci tüm unsurları eylem birliklerinde ve giderek ortak bir cephede buluşturmak elzemdir.

Bağımsız Sosyalist Odak perspektifi istibdaddan, sermayeden ve emperyalizmden bağımsız bir odak ihtiyacının bir gereğidir. Sol nezdinde bu ihtiyacın somut karşılığı CHP ve HDP’den bağımsızlıktır. Bu bağımsızlık biçimsel kalmamalıdır. Zira CHP çeperinde ve HDP içinde kendine yer bulamayanların güçbirliğinden sonuç alınamaz. Bu tür unsurlara da kapıyı kapatmayan ama mutlaka yüzünü işçi sınıfına ve emekçi halka dönmüş yapıları güç ve eylem birliğini sağlamak etkili olabilecektir. Bağımsız sosyalist odak, salt CHP ve HDP’den ayrı bir siyasal koordinat tarif etmek değildir. CHP ve HDP’de cisimleşen burjuva ve küçük burjuva muhalefeti sadece kapitalizme karşı mücadelede değil istibdada karşı mücadelede de tutarsızlık gösterecek ve kendilerine umut bağlayan kitleleri yarı yolda bırakacaktır. CHP için bunun gerekçelerini ayrıntılı olarak ortaya koymuş bulunuyoruz. HDP için de emperyalizmin ve burjuvazinin sponsorluğunda yeni açılma girişimleri bir anda tabloyu değiştirebilecektir. Bunun emareleri şimdiden ortaya çıkmaya başlamıştır. Dolayısıyla Bağımsız Sosyalist Odak bir devrimci parti gibi adım adım, taş üstüne taş koyarak inşa edilecek bir süreçten ziyade, siyaseten esnek taktikler izlenmesini gerektirecek bir süreçtir. Olası gelişmelerde ekmek ve hürriyet mücadelesini kendine çekebilecek düzen dışı bir potansiyel odak oluşturmak için tüm fırsatlar değerlendirilmelidir.

Birleşik İşçi Cephesi taktiği Türkiye’deki siyasal gelişmenin faşizm tehlikesini de içerecek biçimde gerici biçimler alması halinde önemini bir kat daha arttıracaktır. Zira bu yöndeki bir olası gelişme mutlaka toplumun ırkçı, şoven ve mezhepçi temellerde bölünmesi temelinde hayata geçecektir. Birleşik İşçi Cephesi, faşist yükseliş karşısındaki en etkili dalga kıran olacaktır. Proletaryanın saflarından faşist cepheye kayışları durduracak güç ancak bu şekilde oluşturulabilir. Faşist yükseliş karşısında Aleviler, Kürtler ve sosyalist sol nefsi müdafaaya yöneleceği öngörülebilirse de bu faşist yükselişi durdurmada ve püskürtmede yeterli olamaz. İyi ihtimalle bu kapsamla sınırlı bir anti-faşist direniş, faşizme karşı bir güç dengesi oluşturabilirse de bu devrimci bir süreçten ziyade bonapartist bir karşı devrime doğru evrilme eğiliminde olacaktır. Başarılı bir anti-faşist mücadele “demokrasi güçleri” ile asla başarılamaz. Birleşik İşçi Cephesi faşizme karşı mücadelenin başarısı için elzemdir.            

Proletaryanın iktidar perspektifi: İşçi emekçi hükümeti ve Zincirsiz Kurucu Meclis

Devrimci İşçi Partisi bir muhalefet partisi değildir. İktidar perspektifi, programımızın, politikalarımızın, taktik ve stratejilerimizin ayrılmaz bir parçası, belirleyici bir unsurudur. İçinde bulunduğumuz süreçte iktidar perspektifimizi özetleyen slogan “işçi emekçi hükümeti”dir.

Türkiye’de ekonomik ve siyasal krizin bir rejim krizi ile paralel gelişmekte olduğu açıktır. Devrimci İşçi Partisi bu gelişmeyi erken bir aşamada tespit etmiş ve zincirsiz Kurucu Meclis şiarını öne çıkartmıştır. Bugün burjuvazinin saflarında istibdad rejiminin tahkimatı ve kurumsallaştırılması yönünde MHP ve AKP’nin anayasa çalışmaları, Amerikan muhalefetinin “güçlendirilmiş parlamenter sistem” programı ve tüm bunların ortasında bir uzlaşma formülü olarak başkanlık sisteminin reforma tabi tutulması durmaktadır. Rejim krizine yönelik tüm bu düzen içi formüllerin karşısında zincirsiz Kurucu Meclis perspektifi düzen dışı bir güç olarak emekçi halka ve ezilen kitlelere işaret eden yegane devrimci alternatif olarak durmaktadır. 

Devrimci İşçi Partisi bir muhalefet partisi değildir, bir devrimci partidir. Bir burjuva ya da küçük burjuva partisi değildir, bir işçi partisidir. Programımıza, politikalarımıza, taktik ve stratejilerimize yön veren partimizin bu nitelikleridir. Bu nitelikler kağıt üstünde kazanılamaz ve korunamaz. Sınıf içinde stratejik mevzilenme, halklaşma, sınıf bilinciyle ve devrimci programla donanmış kadrolar ve günbegün sınıf mücadelelerinin içinde sürdürülen bir inşa pratiği partimize devrimci, proleter ve öncü niteliğini vermekte olan ilkelerdir.