DİP 6. Kongre Belgeleri (8): Dünya çapında boy ölçüşmeye hazırlık

Dünya çapında boy ölçüşmeye hazırlık

Gerçek gazetesi ve internet sitesinde daha önce Devrimci İşçi Partisi'nin 6. Kongresi'nin haberini ve çeşitli belgelerini yayınlamıştık. Aşağıda yayınlamakta olduğumuz rapor Devrimci İşçi Partisi’nin 6. Kongre hazırlıkları kapsamında 2021 yılının Ağustos ayında Merkez Komitesi’ne sunulmuştur. 6. Kongre tarafından, kongre kararlarının arka planını oluşturan kapsamlı analizler içermesi dolayısıyla raporun, Devrimci İşçi Partisi merkezi yayın organı olan Gerçek Gazetesi’nin internet sitesinde, kongre belgeleri ile birlikte yayınlanmasına karar verilmiştir. Kongre ile ilgili tüm belgelere buradan ulaşabilirsiniz. 

 

1. Devrimci İşçi Partisi bundan önceki son kongresini 2018 yılının sonlarında yapmıştı. Covid-19 pandemisi yüzünden bu kez iki kongre arasında üç yıllık bir dönem yaşadık. Bu dönem önemli bazı yeniliklere tanık oldu. Dünya sisteminin en güçlü aktörü ABD’de Trump’ın yerine Biden’ın başkan olmasından sonra yaşananlar, bir gerçeği ortaya çıkardı: Dünya sistemi bir tektonik kayma yaşıyor: Burjuvazinin küreselci kanadı da hızla faşist milliyetçilik ve ırkçılık yanlısı kanadın yörüngesine girmeye yöneliyor. Bunun yanı sıra ön-faşist harekette has anlamıyla faşizme geçiş süreci de başlamış bulunuyor. 2020’li yıllarda dünya savaşı tehlikesinin daha da yükseleceği şimdiden ortaya çıkmış bulunuyor. Covid-19 pandemisi bu üç yıllık dönemin ikinci yarısına bütünüyle damgasını vurdu ve ekonomiyi ve politikayı çok ciddi şekilde etkiledi. Aşının bulunmasıyla birlikte pandeminin hızla geriletilebileceği umudu doğdu, ama bilimin yararlarının kapitalist sistemin sınırlarına çarpmasıyla bu umutlar hızla erimeye başladı. Dünya çapında devrimci krizler ve isyanlar pandemiden önce 2019 yılında yeni bir atılım yaptı. Pandemiden kısmen etkilenen bu atılım, yine de virüse rağmen bu dönemde de etkisini hissettirdi. Pandemi ve ekonomik kriz, devrimci dinamiğin önümüzdeki dönemde daha da coşmasının koşullarını hazırlıyor. Yani her alanda karşıt güçler boy ölçüşmeye hazırlık yapıyor.

Tektonik kayma

2. 4. Kongre (Şubat 2017) 2016 yılında Britanya’da Brexit oylaması ve ABD’de Trump’ın seçilmesiyle yepyeni bir evrenin oluşmakta olduğunu teşhis etti. 5. Kongre ise 2018 sonunda toplandı. Bu kongre, başkanlık performansını da göz önüne alarak Trump’ın burjuvaziyi başka bir yola sokmuş olduğunu saptadı ve yeni evre tespitinin doğrulandığını ortaya koydu. Bu evre “ön-faşizmin zaferleri” evresi olarak nitelenmişti. Bu gelişme bir dizi çok önemli yönelişi ortaya koyuyordu: Dünya ekonomisinin parçalanması, Çin’le ticaret savaşları, emperyalizmin kendi içinde gerilimler doğması, göç politikasının katılaşması, ırkçılığın emperyalist ülkelerde ana politik araçlardan biri haline gelmesi. Bütün bunlar, her ülkenin kendi burjuvazisinin içinde bir kansız iç savaş başlatıyordu: Küreselci burjuvazinin karşısında faşist, milliyetçi bir burjuva kanadı yükselişe geçmişti. Trump Amerika’yı ve dünyayı ortadan bölüverdi. Onun başta bulunduğu dört yıl bu bölünmenin ve kansız iç savaşın sarsıntılarıyla geçti.

3. Trump’ın gidişinin, seçim sonuçlarını kabul etmemesi ve daha da önemlisi Kongre baskını dolayısıyla iki tarafın arasını aşırı derecede germesine rağmen, Biden başa geldikten sonra birçok alanda Trump’ın küreselci burjuvazi tarafından daha önce topa tutulmuş olan birçok politikasını olduğu gibi devraldı ve sürdürdü. Bunların arasında elbette en önemlisi, bir büyük depresyon döneminde faşizmin ekonomi politikasının ayırt edici yönelişi olan ticaret savaşlarının ve çeşitli korumacılık önlemlerinin sürdürülmesidir. Biden Çin’le zaten başka alanlarda sertleşen politikalara paralel olarak Trump’ın başlattığı ticaret savaşlarını sürdürmekte bir beis görmüyor. Trump dahi pazarlıklar yoluyla bir anlaşmaya varılabileceği izlenimini bırakırken Biden pazarlığa bile girişmiyor. Biden, belki daha da önemlisi, AB, Kanada, Meksika ve Türkiye gibi müttefik ülkelere getirilen gümrük duvarlarını da indirmiyor. “Yerli malı kullanmalı” tarzı politikaların yanına ileri teknolojide özel bir atılım için sermayeye destek olmaktan “tedarik zincirleri” olarak bilinen üretim devrelerinin gittikçe ABD içinde veya yakınında yerleşmesini hedeflemeye kadar birçok yenilik ekliyor. Bunların yanı sıra, Trump’ın en çok eleştirilen politikaları arasında gelen göç politikalarını, ailelerinden koparılan göçmen çocuklara muamele dâhil olmak üzere kısıtlamadı. Bugün Biden’ın göçmenlere işlem merkezlerinde uyguladığı politikanın Trump’ınkinden farklı olmadığı açık biçimde söyleniyor. Biden’ıın yardımcısı Kamala Harris’in, Orta Amerika ülkesi Guatemala’yı ziyaretinde tane tane söylediği sözler belleklere kazındı: “Gelmeyin. Gelmeyin.” Bütün bunlar küreselci burjuvazinin büyük bir viraj döndüğünü gösteriyor. Faşizm günümüzün sorunlarına hitap etmek bakımından gündemi belirlemeye başlıyor.

4. Fransa da kendi yolundan aynı doğrultuya girmiştir. Orada ön-faşist hareket henüz iktidara geçmiş olmadığı halde benzer bir gelişme yaşanmıştır. Macron hükümeti, parlamentodaki çoğunluğu sayesinde geçirdiği yasalar yoluyla, uygulamada ise özellikle İçişleri Bakanı Darmanin aracılığıyla hem ırkçı bir yola girmiştir hem de polisin yetkilerini vahşice arttırmıştır. Amacın, Macron’un 2022 Nisan ayında ülkenin ön-faşist partisinin başkanı Marine Le Pen’i cumhurbaşkanı seçiminde yenmek için Le Pen’e meyleden seçmeni kendine kazanmak olduğu açıktır. Kısacası, Amerika’da yaşanana paralel biçimde ama kendi yolundan Fransa da faşizmin hegemonik hale geldiği bir süreci yaşıyor. Bunun, faşizmin kendi yükselişinden öteye (bunu aşağıda ele alacağız) faşizme (henüz) taraftar olmayanların dahi onun yörüngesine girmiş olduğu anlamına geldiğinin altını çizmek gerekiyor. Zira bu yeni tektonik kayma, küreselci burjuvazinin kendisinin nasıl belirli ülkelerde faşist harekete destek olabileceğinin ilk işaretlerini veriyor.

Yeni bir faktör: Covid-19

5. 2020 yılının açılışıyla birlikte Çin’de ortaya çıkan, Mart ayından itibaren adım adım önce Avrupa ve ABD’ye sonra da bütün kıta ve ülkelere yayılan Covid-19 virüsü, dünya sisteminde var olan bütün eğilimleri ek olarak belirleyen bir faktör olarak son iki yıl içinde çok belirleyici hale geldi. Hem ekonomiyi hem siyaseti doğrudan etkiliyor.

6. Pandemi, kapitalizmin bir üretim tarzı olarak tarihi gerilemesinin bir ifadesi. Bunu birkaç açıdan vurgulamak gerekiyor: (a) Bir kere, virüsün erkenden kontrol altına alınamaması doğrudan doğruya kapitalizmin motorunun sermaye birikimi olmasının, dolayısıyla özellikle Avrupa ve ABD’de hükümetlerin ekonomiyi hızla sermaye birikiminin çıkarlarından bir ölçüde ayrılan bir kaynak dağılımı patikasına ve faaliyet temposuna sokamamalarının bir sonucu. İş kontrolden çıktıktan sonra devamlı bir dur-kalk politikası uygulandı, ama artık ne pandemi sona erdirilebildi ne de ekonomik krizin, işsizliğin, hatta daha yoksul ülkelerde düpedüz açlığın başa çıkılamaz düzeylere yükselmesi engellenebildi. (b) Kapitalizmin yarattığı üretici güçler ve toplumsal yaşam toplumsallaşmış ve bütünleşmiş bir sistem doğurmuştur. Artık hiçbir ülke diğerlerinden bağımsız bir gelişme gösteremez. Bu da kararlar verilirken daima bütünün göz önüne alınmasını gerektirir. Oysa kapitalizm özel mülkiyete dayandığı için özel çıkara öncelik vermek zorundadır, merkezi planlamaya engeldir, bütünün ihtiyaçlarına yanıt veremez. Aşıda ortaya çıkan tam da budur. İnsanlık, virüsün çaresi olan aşıya sahip olduğu halde kapitalizmin bu yapısı dolayısıyla milyonlarca yeni vak’ayı ve ölümü çaresiz gözlerle izlemektedir. (c) Kapitalizm pandemi ile Üçüncü Büyük Depresyon koşulları altında karşı karşıya kaldığı için, ekonomik bakımdan en zayıf anındadır ve bu yüzden de özellikle yoksul ülkelerde insanları hem hastalıktan hem açlıktan öldürmektedir. Ayrıca, virüsün en yüksek zararı verdiği “pik” dönemlerinde bile işçi sınıfını fabrikalara sürerek ölümlere hız vermektedir. Covid-19’a karşı mücadele aynı zamanda bir sınıf mücadelesidir. Yani işçi sınıfı bu dönemde iki savaş birden vermek zorundadır. (d) Bütün bu çelişkiler kapitalizmin pandemi döneminde bir uygarlık krizi yaratmış olduğu anlamına geliyor: Kurtuluş olanaklarının var olduğu bir dünyada insanlarını ölüme yollayan bir uygarlık krize düşmüş bir uygarlık demektir.

7. Covid-19, dünya çapında 2008’den beri iniş çıkışlarla sürmekte olan derin ekonomik krizi aniden tırmandırmış ve gelişme biçimini belirlemiş bulunuyor. Dur-kalk politikaları, yani her yeni dalgada hükümetlerin mecburen frene basması, ama virüsün etkisi biraz azalmaya başlayınca ekonomiyi serbest bırakması, sermaye birikiminin temposunun Covid-19’un yayılma temposuna tâbi hale gelmesine yol açmış bulunuyor. Dolayısıyla ekonomi tuhaf ölçekte inişler ve çıkışlar yaşıyor. Kapanma dönemlerinde tarihte görülmemiş derecede yüksek ekonomik daralma yaşanırken şimdilerde, çok hızlı büyüme tempoları ortaya çıkıyor. Bu aldatıcı tempolara kanmamak ve bunların pandeminin yarattığı anormallikler olduğunu, yoksa ekonominin krizden çıktığını göstermeyeceğini halka ısrarla açıklamak gerekiyor.

8. Partimiz Covid-19 aşısı İngiltere ve ABD’de ilgili sağlık kuruluşlarından onay alır almaz (Aralık 2020) ufukta görünen iki eğilimi tespit ederek aşı milliyetçiliğinin ve ilaç şirketlerinin “fikrî mülkiyet hakları” paravanı ardında tekelci kâr hırsını tatmin etmesinin aşıya rağmen pandeminin devam etmesine yol açacağını kardeş partilerini de harekete geçirerek uluslararası bir bildiriyle açıklamış ve her ikisine karşı da savaş başlatmıştır. Bu saptamaların doğruluğu zamanla herkesçe kabul görmüş bulunuyor. Kapitalist toplumun bu çelişkileri dolayısıyla virüsün yeni varyantlar geliştirmesine izin veriliyor ve pandeminin bir süre daha devam edeceği açıkça ortaya çıkmış bulunuyor. Ayrıca Covid-19’un 21. yüzyılda ardı ardına ortaya çıkan benzer virüslerden sadece biri olduğu da bilim tarafından ileri sürülüyor. Dolayısıyla, önümüzdeki dönemde sarsıntılı, iniş çıkışlı bir hayat kalıbı sürecek gibi görünüyor.

9. Pandemi siyaseti de çeşitli biçimlerde etkiliyor. Trump’ın düşüşünde en büyük rolü pandemi oynadı. Başka ülkelerdeki yönetimleri de zorluyor. Yukarıda ele alınan aşı milliyetçiliği ve patent meseleleri, yoksul ülkelerin bazısında aşılanma oranını sıfıra yakın tutarak halk kitleleri bağrında emperyalizme karşı bilenmeyi arttırıyor. Ayrıca, Covid-19 ekonominin temposu yanında devrimlerin temposunu da etkiledi, etkileyecek. Yakın gelecekte bütün hesaplarımızda pandemiye de bir değişken olarak denklemlerde yer vermek gerekli.

İklim değişikliği uyarıyor

10. Son yıllarda ortaya çıkan aşırı hava koşulları (orman yangınları, olağanüstü seller, kutuplarda ve en yüksek bölgelerde buzul erimeleri vb.) bilimin yıllardır uyardığı türden bir iklim değişikliğinin beklenenden de daha süratli biçimde dünyayı etkisine almakta olduğunu ortaya koyuyor. Bu büyük tehlikenin, bir dizi ikincil faktör de var olmakla birlikte sermayenin dinamiklerinin ürünü olduğu, ayrıca bugünün zengin emperyalist ülkelerinin sera gazları üretiminde hem tarihi olarak hem günümüzde hâlâ başka ülkelerle karşılaştırılamayacak bir yer tuttuğu bilindiği halde iklim değişikliği ile mücadele konusu Birleşmiş Milletler sistemi ve kapitalist hükümetlerce hep soyut ve genel düzeyde ele alınıyor ve mücadelenin neden çok yavaş ilerlediği, hatta bazı alanlarda yerinde saydığı meselesi bir türlü gündeme gelmiyor. Dünya solu da iklim değişikliğinin âciliyetinin yarattığı basınç altında, burjuvazinin söylemini papağanca tekrarlıyor. Marksist hareketin ve bu arada partimizin iklim değişikliği ile gerçek bir mücadelenin emperyalist ülkeleri sorumlu sandalyesine oturtması gerektiğini ve sermayenin artı değer açlığı ile mücadelenin bu konuda önkoşul olduğunu ısrarla ve somut verilere dayanarak ortaya koyması gerekiyor.

Küresizleşme (deglobalizasyon) çağında dünya ekonomisinde bir yeni balon olasılığı

11. 2008’de bankalar ve diğer özel finans kuruluşlarının ardı ardına çökmeye başlaması ile dünya ekonomisini bir depresyona sürükleyen kriz, kapitalist devletlerin her birinin özel finans kurumlarını kurtarmasıyla karakter değiştirerek kamu borçları krizi haline geldi. Bu konuda dönüm noktası 2010-2011 yıllarında ortaya çıkan ama çok sayıda başka ülkede de benzerleri yaşanan Yunan krizi ile bilince yükseldi. Özel finans kurumları krizinde bütün ekonominin krizini devlet bütçesine yüklemekte kullanılan en önemli yöntemler: Sıfır altı (negatif) faizle ekonomiyi mahmuzlama; “Miktar Genişlemesi” sahtekâr başlığı altında karşılıksız para basma; ekonomiye canlılık kazandırması umulan dev harcama paketleri. Şimdi Covid-19 pandemisi ile birlikte ekonomiler tarihi düşüşler yaşayınca bu politikaların ikinci turu yaşanmakta. Daha önce saydığımız yöntemlere kitlelerin asgari düzeyde bile olsa hayatta kalabilmesi ve başa çıkılamaz isyanların patlak vermemesi için kamu tarafından verilen yüksek işsizlik ödeneği, doğrudan aile yardımları, geliri olmayan kiracıların kira ödemeden evlerinde oturabilmelerini sağlamak için tahliye yasağı gibi önlemler eşlik ediyor. Yani tarihin en büyük resesyonu tehlikesi karşısında muazzam destek paketleri sağlanıyor. Bunun anlamı açıktır: Krizin yükünü yine devletler üstleniyor.

12. Bu bağlamda ABD’nin yeni başkanı Biden’ın politikaları özel bir heyecan uyandırmakta. Her ne kadar öngördüğü her politikaya tahsisatı Cumhuriyetçi Parti’nin engellemeleri dolayısıyla Kongre’den geçiremese de Biden çok büyük kamu harcamalarına dayanan genişlemeci politikalar uyguluyor, düşük gelirli ailelerin yararlanacağı sosyal yardım paketleri ve sosyal harcamalarda artışlar sağlıyor, gerek fiziksel gerek dijital altyapı harcamalarını arttırıyor. Bu, solun geniş çevrelerinde şu sorunun ısrarla sorulmasına yol açıyor: neo-liberalizmin sonu mu göründü, Keynesçilik geri mi geliyor?

13. Biden’ın bu politikayı neden benimsediğini kavramazsak bu özel durumu genelleştirme eğilimi içine girerek yanlış sonuçlara ulaşmak mümkün hale gelir. ABD sistemi 2016’dan sonra çok ağır bir stres altına girmiş bulunuyor. Bir taraftan 2016 seçimlerini kazanan Trump “küreselleşme” olarak anılan ve yaklaşık çeyrek yüzyıl süren dönemde büyük zarar görmüş Amerikan işçisinin yanı sıra depresyonun sıkıntılarıyla boğuşan çiftçiye birtakım milliyetçi ekonomi politikalarla bir umut aşılamıştır. Öte yandan, Demokrat Parti’nin sol kanadında Bernie Sanders 2016’da işçi sınıfına birtakım vaatler sayesinde ön seçimlerde Wall Street’in adayı Hillary Clinton’a karşı, yarışı kazanamamakla birlikte büyük bir başarı elde etmiştir (13 milyon oy). Aradan geçen dört-beş yıl içinde solun Demokrat Parti içindeki ağırlığı sürekli artmıştır. Tam bir ortayolcu olan Biden sağdan ve soldan gelen bu basıncın etkisi altında bir panik politikası izliyor. En önemlisi, halk kitlelerinin 2020’de Demokrat Parti’ye geri kazanılmış bölümünü yeniden Trump’a kaptırmama telaşı içindedir. 2022’de yapılacak ara seçimlerde şu anda 50-50 bir denge içinde olan Senato’yu toptan bir Cumhuriyetçi çoğunluğa kaybetmesi elinin kolunun tamamen bağlanması anlamına gelecektir. Ondan sonra 2024’te Trump’ın yeniden kazanmasının yolu böylece açılabilecektir. İşte Amerika’daki bu özel koşullar, yani öncelikle küreselci burjuvazinin faşist bir yönetime henüz hazır olmamasından kaynaklanan bir korku, ikinci sırada ise solun güçlenmesi kaygısıdır ki Biden’ın panik içinde ekonomiyi güçlendirmeye girişmesine yol açmıştır.

14. Kapitalizmin büyük depresyonları esas olarak bir durgunluk dönemi olduğundan, böyle dönemlerde devletin işçi sınıfına ve halka kriz karşıtı politikalarla tavizler vermesi pek mümkün değildir. Ama bu genel eğilimdir. Partimizin daima vurgulamış olduğu gibi, uluslararası ortamın bu hâkim karakterine istisna olarak bazı anlarda bazı ülkelerde tersi eğilimler görülebilir. Nitekim çok ağır koşullarda geçen 1930’lu yılların ünlü Büyük Depresyon’unda ABD ve Fransa’da bu konuda sınıf mücadelelerinin doğurduğu hassas koşullar dolayısıyla istisnai durumlar yaşanmıştır. Yani dünya genelinde olanaklı olmayan şey tekil ülkelerde mümkün olabiliyor. ABD Üçüncü Büyük Depresyon’un bu evresinde bir süre özel bir gelişme patikası gösterebilir. ABD ekonomisinin büyüklüğü ve gücü göz önüne alındığında bunun dünya çapında da genişleme etkileri yaratacağı söylenebilir.

15. Ama sistemin tamamı uzun bir süre boyunca bu tür bir canlanmayı kaldıramaz. Hükümetler bu tür genişlemeci politikalar güdebilmek için bütçe açıkları vermek zorundadır. Oysa devletlerin borçluluk düzeyi Covid-19 başlamadan önce bile tarihi olarak savaş dışı dönemde zaten en yüksek düzeydeydi. Buna paralel olarak karşılıksız para basma ve açık bütçe yoluyla sağlanacak böyle bir büyümenin enflasyonu körüklemesi büyük olasılıktır. Bu eğilim şimdiden hem ABD’de hem İngiltere’de hem de bazı kıta Avrupası ülkelerinde (İspanya) görülmüştür. Son yıllarda enflasyon parasal olmaktan ziyade varlık (konut, hisse senetleri, emtia vb.) enflasyonu olarak ortaya çıkabiliyor. 2008 çöküşü tam tamına böyle bir varlık enflasyonu vak’ası olarak ortaya çıktı, konut fiyatlarının aşırı değerlenmesi belirli bir andan sonra konut piyasasının göçmesini getirdi. Şimdi emperyalist ülkelerin hemen hepsinde konut piyasası 2007-2008’de olduğundan da daha fazla el yakar hale gelmiştir. Bazı uzmanlar ayrıca borsaların da bir aşırı değerlenme içinde olduğuna işaret ediyorlar. Kısacası bu alanlarda oluşan “balon”lar aracılığıyla yeni bir finans çöküşü tehdidi ufukta görünmektedir. Bu da hükümetleri, bir aşamadan sonra, frene basma veya yeni ve daha ağır bir çöküntü yaşama ikilemi ile karşı karşıya bırakacaktır.

16. Üstelik, ortada bir de yukarıda sözü edilen bir Covid-19 çevrimleri sorunu vardır. Örneğin, Biden’ın piyasalara ve tüketicilere çok büyük güven veren politikasına rağmen ABD’de Covid-19 vakalarının günde 150 bine, hastanede yatan hasta sayısının ise 100 binin üzerine çıkması ekonomiye kendiliğinden bir fren oluşturmaya, borsadaki güveni sarsmaya başlamıştır.

17. Dünya ekonomisinin yepyeni bir canlı büyüme döneminin eşiğinde olmadığını en çarpıcı biçimde anlatan olgu şudur: Biden bir yandan bu genişlemeci politikaları uygularken bir yandan da dünya ekonomisinin bölünmüşlüğünü derinleştiriyor. 5. Kongremizin dünya durumunu analiz eden ve politik sonuçlarını çıkaran “Savaş, Faşizm ve İstibdada Karşı Sürekli Devrim” başlıklı kararının dünya ekonomisine ilişkin bölümünün başlığı “‘Küreselleşme’nin Sefaleti: ‘Deglobalizasyon’” idi. 20 yıllık “küreselleşme kaçınılmazdır” efsanesine karşı durmuş olan partimiz 2008’de başlayan Üçüncü Büyük Depresyon döneminin beraberinde “küreselleşme” denen sürecin çözülmesini getireceğini zaten öngörmüş bulunuyordu. Var olan tablo Batı dillerinde “deglobalizasyon” olarak anılan “küresizleşme” sürecinin bugün esas eğilim olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Bu yeni eğilim, hem ekonomide her ülkenin korumacılığa sığınması dolayısıyla hem de Trump’ın bilinçli biçimde dünya ekonomisini bölme operasyonu sonucunda ortaya çıkmıştır. Şimdi Trump gitmişken bunun tersine döneceğini bekleyenler bir kez daha, Üçüncü Büyük Depresyon gerçeğini kavrayamadıkları için dünyada ne olup bitmekte olduğunu anlamadıklarını kanıtlamış bulunuyorlar. Biden beklenenin tersine Trump’ın ticaret savaşlarını sadece Çin’e karşı değil ABD’nin müttefiklerine karşı da sürdürüyor. Demir-çelik ve alüminyumda gümrük duvarları kalkmadı. Biden yönetimi “tedarik zincirleri”ni ülke içine çekmeyi tartışıyor. Çok uluslu şirketlere getirilen asgari vergi kuralı bile her alanda aşağı doğru bir yarış öngören küreselciliğin mantığını tersine çevirme çabasıdır. Bu, giriş bölümünde “tektonik kayma” olarak adlandırdığımız, burjuvazinin küreselci kanadının Trump’ın programına yönelişinin ekonomik suretinden başka bir şey değildir. Bu durumda dünya ekonomisinin canlanma ihtimalinin çok düşük olduğunun Biden yönetimi de farkında demektir. Kısacası, Biden’ın genişlemeci politikası artık pürüzsüz büyüme ve “refah devleti” (sosyal hizmetler) uygulamalarına dayanan bir politika olarak algılanan “Keynesçilik”ten ziyade bir itfaiyeciliktir.

18. Toplam olarak önümüzdeki yıllarda kalıcı bir ekonomik canlanma değil, inişli çıkışlı, zaman zaman tıkalı, zaman zaman risk altında bir ekonomi bekliyor bizi. Buna rağmen geçici canlanma hayaller yaratacaktır, yaratmak için kullanılacaktır. Yani Üçüncü Büyük Depresyon’un bu evresi daha karmaşık göstergelerle geçecektir. Ama tünelin sonunda depresyonun daha da ağırlaşması olasılığı bütün haşmetiyle duruyor.

Emperyalizm safları sıklaştırıyor

19. Biden’ın başa geldikten bir süre sonra Avrupa ziyaretine çıkarak dört ayrı toplantı düzenlemesi, Trump “parantezi”nin kapandığını, emperyalist ülkelerin birleşik cephesinin yeniden kurulduğunu dünyaya ilan etme amacını taşıyordu. “America is back”, yani “Amerika geri geldi” dedi Biden Avrupa’da. Dört toplantının ilkinin Britanya başbakanı Boris Johnson ile düzenlenmiş olması ve burada Yeni Atlantik Paktı adını taşıyan bir belgeye imza atılması kendi içinde çok anlamlıydı. Bir yandan, Britanya Brexit sonrası nihayet AB’den ayrılmıştı. Artık ABD ile Britanya arasındaki “özel ilişki” olarak bilinen sıkı diplomatik ve jeostratejik işbirliği yeniden en arı haliyle canlandırılıyordu. Ama bir yandan da Johnson’un daha önce Trump ile kurmuş olduğu başka türden bir “özel ilişki”ye son verildiği böylece ilan edilmiş oluyordu. Bunu izleyen G-7 toplantısı dört toplantı arasında en az önemli olandı. En önemlisi elbette NATO toplantısı idi. Bu toplantı, genel olarak emperyalizmin saldırgan hedeflerini ortaya koyuyor, bizim açımızdan özel olarak Biden-Erdoğan arasında gergin olması beklenen ilişkinin yeni dönemde nasıl bir çerçeve içine yerleşeceği konusunda ilk sınama oluyordu. ABD ile AB arasında düzenlenen zirve ise tam tamına Trump’ın izini silme operasyonuydu.

20. Bir bütün olarak bakıldığında yaz başındaki bu toplantılar dizisi, emperyalizm açısından çok özel birtakım hedefleri ortaya koyuyordu: (a) Biden bu diziyle Trump’ın ilişkilerde yarattığı hasarı onarmaya girişiyordu. (b) Emperyalist ülkeler bu toplantılar dizisiyle, özellikle de NATO toplantısıyla Çin ve Rusya’ya karşı safları sıklaştırmış ve basıncı tırmandırmış oldular. Bu, Biden yönetiminin en önemli politika hedefi olarak ortaya çıkıyordu. (c) Brexit sonrası Britanya ABD’yle birlikte davranma niyetini dünyaya ilan ediyordu. (d) Biden Erdoğan yönetiminde bir Türkiye’yi müttefik olarak kabul edeceğini, karşılığında elbette birçok şey bekleyeceğini NATO ortamında göstermiş oldu.

Çin ve Rusya üzerinde kara bulutlar

21. Trump Çin’e karşı ticaret savaşı açmış, yüksek teknoloji alanında Çin’e ambargo koymuş, Huawei şirketine karşı açık bir taarruz başlatmıştı. Yani bu alanda Obama’dan itibaren ABD hükümetlerinin Çin’e karşı benimsediği düşmanca politikayı devam ettirmekle kalmamış, bunu yeni bir düzeye yükseltmişti. Biden onun da ötesine geçerek Çin’i düpedüz bir savaş hedefi haline getirmeye başladı.

22. Devrimci İşçi Partisi, 2016’nın Şubat ayında düzenlenmiş olan 1. Olağanüstü Kongre’sinde, Çin’i emperyalizmle karşı karşıya getiren tehditler olarak Güney Çin Denizi ve Kuzey Kore’den söz ediyor, bunlara bir süredir zaten hep gündemde olan Uygur ve Tibet ulusal sorunlarını da ekliyordu. Beş yıl içinde, ABD ile Çin arasında gerginlik yaratan alanlara bir o kadar daha sorun eklendi: Hong Kong, ticaret savaşları, Huawei savaşları, Tayvan, Covid-19’a ilişkin suçlamalar (“Çin virüsü”). Gün geçmiyor ki bu sorunlardan biri ya da öteki Çin’e baskı yapmak için kullanılmasın. Biden’ın tutumu katiyen Trump’tan aşağı kalmıyor. Gümrük vergisi savaşları politikası devam ediyor. Huawei ile savaş da. Şimdi buna tedarik zinciri milliyetçiliği eklendi. Trump 2019’da ABD’nin yarım yüzyıl boyunca “Pacific Command” olarak adlandırdığı bölge komutanlığını “Indo-Pacific Command” (Hint-Pasifik Kumandanlığı) olarak adlandırdı. Bunun nedeni, ABD’nin Çin’e karşı izlediği kuşatma/çevreleme politikası bağlamında Çin gibi bir devin karşısına bir başka dev olan Hindistan’ı çıkarmaktı. (Hindistan’ın nüfusu çok yakında Çin’inkini aşacak.) Ama bununla yetinmedi Trump. QUAD (“Dörtlü”) adını verdiği bir de ittifak örgütü çekirdeği kurdu. Buna bir Pasifik NATO’sunun rüşeymi olarak bakmak mümkün. Bu örgüt, Hindistan’ın dışında bölgenin en güçlü ekonomilerinden Japonya ile ABD’nin Pasifik bölgesindeki en sadık askerî müttefiki Avustralya’yı bir araya getiriyor. Biden Pasifik bölgesindeki bu çalışmaya kesin bir öncelik tanıyor. Dışişleri Bakanı’nı ilk bu bölgeye yollamıştı. Şimdi Afganistan hezimeti esnasında başkan yardımcısı Kamala Harris’i bölge müttefiklerini ABD’nin arkalarında olduğu konusunda temin göreviyle oraya göndermiş bulunuyor. (Böyle bir teminata tam Afganistan bozgunu ertesinde neden gerek olduğu açık olsa gerek.)

23. Emperyalistler dünya halklarını medya aracılığıyla ve başka yöntemlerle Çin’in (ve kısmen de Rusya’nın) dünya hâkimiyeti peşinde olduğuna inandırmaya çalışıyorlar. Çin’in son yıllarda teknolojik olarak büyük atılım yapması, uzay çalışmalarında çok ileri adımlar atması, daha yüksek teknoloji ürünleri üzerinde odaklanması, Tek Yol Tek Kuşak projesi, hep bu amaca yönelik birer basamak olarak gösteriliyor. Bunların emperyalist ülkeler için sorun olmadığı elbette söylenemez. Ama en başından beri emperyalizmin Çin ve Rusya’ya karşı tutumu, onları emperyalizme tehlike olmaktan çıkarmak, kendisine boyun eğmiş, dizleri üzerine çökmüş, teslim olmuş ülkeler haline getirmek oldu.

24. Emperyalizmin bu saldırgan tutumuna karşı Çin de sertleşiyor. Bu sertleşmenin merkezî unsuru olarak Çin Komünist Partisi (ÇKP) sivriliyor. Geçtiğimiz 1 Temmuz 2021 tarihinde ÇKP’nin 100. kuruluş yıldönümü kutlamaları düzenlendi. Beijing’in Tien an Men meydanında organize biçimde toplanan halka hitaben yaptığı konuşmada Şi Cin Ping Çin’e saldırmak isteyenlerin Çin halkından oluşan bir Çin Seddi’nde kafalarını “paramparça edecekleri” tehdidini savurdu. ÇKP, görünürde “sola” kayarak halkı ve dünya halklarını kendi yanına çekmeye çalışacak gibi görünüyor.

25. Trump’ın Rusya ile hiçbir zaman tam anlaşılamayan nedenlerle özel bir ilişkisi olduğu hatırlanacaktır. Bu özel ilişki yerini ABD’nin Rusya ile de gerilimi tırmandırmasına bıraktı. Rusya’nın çepeçevre kuşatılması çabası ilerliyor. Ukrayna’da Türkiye hükümetinin de katkısıyla yeni kışkırtmalar yapılıyor. Özellikle bir İngiliz savaş gemisinin Karadeniz’den Kırım’a doğru seyrederken Rus karasularına izinsiz girmesinin Rusya’yı test etme amaçlı olduğu İngiliz Dışişleri Bakanlığının sokakta bulunan bir resmî belgesiyle kanıtlandı. Karadeniz daha genel olarak bir kışkırtma alanı haline geldi. NATO ülkelerinin düzenlediği dev bir manevra Rusya’nın tepkisini çekti. Türkiye gittikçe daha fazla NATO’nun Rusya karşısındaki atı haline getirilmeye çalışılıyor.

26. Kısacası, 2020’li yıllarda bir dünya savaşı riski artmış bulunuyor. Buna Ortadoğu ve Kuzey Afrika (ODKA) bölgesinin sona ermeyen gerilimlerini ve Kara Afrika’da özellikle radikal İslamcı hareketlerin yarattığı sarsıntıları eklersek kıvılcımın nereden kaynaklanacağı belli olmamakla birlikte risklerin artmakta olduğunu daha da vurgulu söylemek mümkün hale gelir. Son gelişmeler ışığında Afganistan’ın Asya’nın en hassas bölgelerinden birinde yeni bir gerilim yuvası haline geleceğini öngörmek zor olmasa gerek.

Emperyalizm içi çelişkiler

27. Emperyalist ülkelerin Çin’e ve Rusya’ya karşı şimdilik tek cephe halinde saf tutmuş olmaları, kendi aralarındaki çıkar farklılıklarını, çelişkileri, önemli konularda yöneliş farklılıklarını görmezlikten gelmemize yol açmamalı. Bunlar şimdilik ön planda olmasa ve belirleyici karakter taşımasa da dünya durumunun Üçüncü Büyük Depresyon sonrasında çok gelgitli bir gelişme yoluna girmiş olması, durumun hızla değişmesine yol açabilir.

28. Bu çelişkilerin bazıları, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan düzenden kaynaklanıyor. Özellikle emperyalist dünyanın en zengin ve güçlü iki ülkesi Almanya ve Japonya’nın neredeyse birer Amerikan yarı-sömürgesi gibi Amerikan üslerinin ve askerî birliklerinin işgalinde olması, emperyalizmin hâlâ devam etmekte olan tuhaf bir boyutudur. Avrupa Birliği bir bakıma tek tek Avrupa ülkelerinin ABD karşısındaki bu tâbi konumunu aşmak için oluşturulduğu halde kendi iç çelişkilerinden ve bir aşamadan sonra ekonomik krizin yarattığı ek gerilimlerden dolayı Amerika’yla durumu, bırakalım askerî alanda, ekonomide ve teknolojide bile eşitleyememiştir. Amerika’ya bu bağımlılık özellikle Avrupa’da sık sık gerilimlere yol açmaktadır. En son Afganistan deneyiminin iflası Almanya’nın yeniden yüksek sesle homurdanmasına yol açmıştır. Ama ufukta henüz ciddi bir hareketlenme görünmemektedir. Avrupa ortak savunma politikası, dönemsel olarak gündeme gelmekte, sonra derin dondurucuya alınmaktadır. Ekonomik olarak da ABD ile Avrupa ülkeleri arasında önemli çıkar farkları vardır. İki tarafın dev şirketleri arasındaki çelişkiler (mesela Boeing-Airbus mücadelesi), Amerikan teknoloji şirketleri (Google, Amazon, Facebook vb.) ile Avrupa devletleri arasındaki, başta vergilendirme konusunda olmak üzere bitmek bilmeyen gerilimler, Rusya doğal gazını Almanya’ya taşıyacak olan Nordstream II boru hattı konusunda ABD’nin sürekli homurdanması, bütün bunlar ve benzerleri AB’nin, hatta Britanya’nın zaman zaman Rusya ve/veya Çin’e ilişkin politikalarının önemli ölçüde farklılaşması anlamına gelmektedir. Afrika’da geleneksel emperyalist güç Fransa ile kara Afrika’ya girmeye özel bir çaba gösteren ABD arasında da zaman zaman Ruanda 1994 soykırımında görüldüğü gibi devasa sorunlar yaratan bir rekabet var. Bu rekabeti hafifleten, iki tarafın Afrika’da çok faal olan Çin’e karşı ortak çıkarları oluyor. Benzeri bir durum Japonya ve yeni yetme emperyalist ülke statüsü adayı Güney Kore için de geçerlidir. Her iki ülke de ABD’nin Uzakdoğu politikasına bağımlıdır. ABD Kuzey Kore’ye bir taarruz edecek olsa, ağır sonuçlarına ondan önce bu iki ülke katlanmak zorunda kalacaktır. Dünya durumunda büyük bir sarsıntı, emperyalist ülkelerin aralarındaki ilişkilerin rengini hızla değiştirebilir.

29. Britanya, 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın ilk çeyreğinde, hatta ABD İkinci Dünya Savaşı sonrasında “hür dünya”nın liderliğini ele alana kadar uluslararası sistemde bugün Amerika’nın oynadığı rolü oynayan ülke idi. 6. Kongre Türkiye raporunda ayrıntısıyla izah edildiği gibi, o zamandan sonra da emperyalist çıkarlarını “özel ilişki” içinde olduğu ABD’den bile ayrı yöntemlerle savunagelmiş bir dış politika geleneğine sahiptir. Şimdi Brexit ile birlikte AB dış politikasıyla uyum içinde olmak gibi bir yükümlülükten kurtulduğu için bu kendine özgü tutumun daha da belirgin hale gelmesi beklenmelidir. Britanya özellikle Ortadoğu’da çoğu zaman perde arkasından da olsa son derecede aktif bir politika gütmektedir. Bunda tarihi petrol çıkarlarına son dönemde Körfez sermayesinin esas merkezinin Londra’nın “City” olarak anılan (her ne kadar Çin’in yükselişi Hong Kong ve Şanghay borsalarının önemini çok arttırmış olsa da, dünyanın, Wall Street’ten sonra iki numaralı borsası olmayı sürdüren) borsası olması en önemli maddi temelini oluşturuyor. Britanya AB içinde iken dahi Çin ile özel bir yakınlık ilişkisi sürdürüyordu. Çin’in kurduğu alternatif yatırım bankasını destekledi, Tek Yol Tek Kuşak projesine olumlu bakıyor. Buna rağmen, ince ayar düzeyindeki farklılıkları, ABD ile stratejik müttefik olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Buna karşılık, Britanya ile AB’nin ilişkisi çok ciddi bir parlama noktası içeriyor: Bölünmüş İrlanda iki emperyalist odak arasında gümrük meseleleri dolayısıyla bir çekişme alanı. Bunun yanı sıra balıkçılıktan kamyon taşımacılığına Brexit boşanmasının arkasında bıraktığı birçok hassas sorun varlığını devam ettiriyor.

30. Ayrıca, geçmiş kongre kararlarımızda vurguladığımız gibi, bazı emperyalist ülkelerde kopma ve dağılma eğilimleri çok ciddidir ve en ufak bir krizde yeniden yeniden gündeme gelmektedir. Brexit AB’den ayrılmak istemeyen İskoçya’da bağımsızlık iştahını yeniden kabartmıştır. İskoç politikası, 2014’te kıl payı bağımsızlık aleyhine sonuçlanan bir önceki referandumdan sonra bir ikincisi için uygun fırsat bekliyor. Britanya’nın baş belası İrlanda sorunu bölünmüş ülke AB içinde neredeyse birleştiği için sakinleşmişti. Şimdi yeniden alevleniyor. İspanya’da Katalonya sorunu iktidardaki sosyal demokrat partinin (PSOE) kurnaz manevralarıyla yumuşamış durumda olmakla birlikte derinden derine yeni bir parlamanın işaretlerini veriyor. Belçika şimdilik duruldu ama bir büyük ekonomik sarsıntı Valon-Flaman düşmanlığını yeniden körükleyebilir.

31. Ne var ki yukarıdan beri emperyalist dünyadaki çatlaklar hakkında söylenenler sadece yapısal fay hatları. Bu fay hatları, son derecede kırılgan bir denge noktasında arka planda kalıyor olabilir. Emperyalist blokun içinde çatlakları derinleştirecek esas belirleyici çelişki arka planda sırasını bekliyor. Bu, burjuvazinin gittikçe güçlenen faşist kanadı ile küreselci kanat arasındaki patlayıcı çelişkidir. Bu bakımdan emperyalizm bir ara dönemden geçiyor denebilir: Trump iktidardan gitmiş, mesela Marine Le Pen iktidara henüz gelmemiştir. (İlle gelecek demiyoruz. Bir örnek veriyoruz.) Şayet Marine Le Pen 2022 Nisan ayındaki cumhurbaşkanı seçimini kazanır ve/veya Trump 2024’te (hatta Amerikan tarihinde hiç görülmedik biçimde daha önce) yeniden başkanlığa gelirse, emperyalist kamp baştan aşağı yeniden dizilecek güçler arasında bir dizi çatışma içine düşecektir. Trump başkanlığı yitirdiği için ön-faşizmi analiz tablosunun dışında bırakanları önemli sürprizler bekliyor.

Faşizm ve faşist takımyıldız

32. Dünya çapında bakıldığında 5. Kongreden beri yaşanan en çığır açıcı olay bu yılın başında 6 Ocak’ta ABD Kongre binasının basılmasıdır. Bu olayın ayrıntıları literatürümüzde incelenmiştir. ABD tarihinde bir ilk olan bu olay, Trump’ın siyasi karakteri hakkında sol içindeki tartışmayı bitirmiştir. Kendine bağlı çetelerle parlamento basan lidere Mussolini’den bu yana “faşist”ten başka bir ad takılamaz. Biz 2016’dan beri buna işaret ediyoruz. Ama aynı zamanda ne Trump’ın ne de Avrupa’daki ırkçı, aşırı sağcı hareketlerin silahlı gücü ve çeteleri olduğu için bunları dikkatli bir ayrımla hep “ön-faşist” olarak niteledik. 6 Ocak, 21. yüzyıl faşizminin ön-faşizmden faşizme geçiş sürecinin başlangıcıdır. Tarihî anlamı budur. Kimse Trump’ın veya onun sağlığı elvermezse onun yerini alabilecek bir başka liderin (Florida valisi DeSantis, Texas senatörü Ted Cruz, çok daha uç bir hattı temsil eden Georgia milletvekili Marjorie Taylor Greene veya bir başkası) Amerikan politikasında MAGA doğrultusunu devam ettirme kapasitesinden kuşku duymamalıdır. (Tabii lider önemlidir. Trump’ın kendi sağlığı hareketin gücünde önemli bir etki yapacaktır.) Biden’ın Afganistan’da üst üste yediği tokatlar (Taliban’ın ülkeyi hızla ele geçirmesi, ABD’nin havalimanını korumak bakımından Taliban’la işbirliği yapacak kadar acze düşmesi, DAİŞ-Horasan saldırısının yarattığı etki), Biden başkanlık ekibinin partimizin sürekli vurgulamış olduğu zaaflarıyla birleşince Trump’ın elini her geçen gün güçlendirmektedir.

33. Fransa bu geçiş sürecinde ABD’ye eşlik ediyor. Giriş bölümünde öne çıkarılan “tektonik kayma”nın ikinci ülkesinin Fransa olduğu hatırlanacaktır. Macron hükümetinin Le Pen’in giysilerini çalmaya yönelmesinin ardından bahar aylarında Fransız ordusunun, aralarında generallerin de olduğu çok sayıda rütbelisinin varoşların “sürüleri”ne (yani göçmen kökenli gençliğe) karşı ordunun harekete geçerek binlerce ölüye yol açacak bir iç savaş yoluyla Fransa’nın onurunu koruyacağına dair bildirisi, bunu daha alt rütbelilerin destek bildirisi ve polis sendikalarının Marine Le Pen kontrolünde yaptığı mitingin izlemesi, Fransa’nın nasıl ciddi bir eşiğe geldiğini göstermektedir. Bunlar kadar önemli olan bir gelişme de, Marine Le Pen’in darbe tehdidi yapan generalleri bildirinin yayınlanmasından iki gün sonra partisine davet etmesidir. Yani Fransız ön-faşizmi şimdilik silahlı gücünü ordunun içinde arıyor. Bu genel bağlamda Fransa’da Nisan ayındaki cumhurbaşkanı seçimi (ve ardından gelecek parlamento seçimi) bütün dünya çapında önem taşıyor.

34. Ön-faşist hareket diğer ülkelerde de gelişmeye devam ediyor. Bu bağlamda İtalya büyük önem taşıyor. Bu ülkede Salvini’nin Liga’sının yükselişinden sonra ondan daha radikal bir söylem kullanan Fratelli d’Italia (İtalya Kardeşliği) partisinin de kamuoyu yoklamalarında hızla, Liga’nın hemen ardından ikinci sıraya yükselmiş olması hem ilginçtir (Tarihte iki faşist partinin oy kullanma niyeti bakımından birlikte yüzde 40’ın üzerine çıkması görülmemiş bir durumdur.) hem de durumun ne kadar tehlikeli olduğunu gösteriyor.

35. Covid-19 her alanda olduğu gibi faşizmin hayatında da hem tempo değişiklikleri yarattı hem de zorluklar doğurdu. Birçok ön-faşist parti 2020 yılını durgun ve biraz pasif geçirdi. Trump’ın Covid-19’a karşı önemsemez tutumu kişisel bir vurdumduymazlıktan ziyade bir yandan pandemi gelene kadar depresyon dönemi için istisnai olarak iyi giden ekonomiyi durdurmaktan kaçınmak istemesi ile ilgiliydi, bir yandan da Amerikan taşrasının önemli bir bölümünün “kişisel özgürlük” savunusu (“maske takmam!”) kisvesi altında kendine özgü bir gerici ideolojiye sahip olması dolayısıyla o duyarlığa hitap ediyordu. Nitekim, Trump aşı üzerinde ciddi çalışmıştı. Son günlerde düzenlediği bir mitingde “aşı olun” deyince kendi taraftarlarınca yuhalandı! Öte yandan, öyle anlaşılıyor ki, Trump ve Bolsonaro gibi bu akımın önde gelen bazı şahsiyetlerinin Covid-19’u önemsemeyen söylemleri genel kamuoyunun daha rasyonalist bir geleneğe sahip olduğu Avrupa ülkelerinde bir yankı bulmadı. Mesela Le Pen Fransa’da, daha da fazla Salvini İtalya’da hükümetlerinin çok ağır olmak zorunda kalan “kapanma” politikalarına karşı güçlü bir propaganda yapmadılar. Ne var ki, şimdi Fransa’da ve daha kısmi olarak İtalya’da aşı ve korunma önlemlerine karşı tutum alan hareketler basbayağı yüksek destek görüyorlar. Ama mesela Fransa’da hareketin sadece Le Pen partisi ile değil uç sağ ile ilişkisi sınırlı. Önce ciddi destek alan hareket yaz sonuna doğru gerilemeye başladı. (Daha önce sayıları Fransa çapında 250-300 bine çıkan katılımcılar 8. hafta için sadece 150 bin kişi olarak hesaplandı.) Kısacası Covid-19 faşizme çok yaramadı. Trump ve Bolsonaro’yu politik olarak zayıflattı, diğerlerini bütün siyasi partilerle birlikte geri plana itti.

36. Faşizm tehlikesinin farklı “ön-faşizm” türleri biçiminde emperyalist ülkeler dışında da güçlenmekte olduğuna işaret etmek gerekiyor. Bazen köklü bir faşist gelenekten gelen bir parti (Hindistan’da BJP ve Modi) giderek iktidarını pekiştiriyor ve uygun bir anda faşist diktatörlüğünü kurmak için ön hazırlık yapıyor, bazen ordunun içinde zaten var olan ve solun iktidarından çok rahatsız olan faşizan eğilimler ifadesini siyasette de buluyor (Brezilya’da Bolsonaro), bazen başka kaynaklardan (İslamcılık) doğan bir siyasi konjonktür geleneksel faşist partinin ve devlet içindeki faşizan güçlerin palazlanmasıyla kendini iktidar adayı olarak hazırlıyor (Türkiye).

37. Faşizm bir büyük krizde bazı güçlü ülkelerde iktidara geldiği takdirde, başka zamanlarda daha basit anlamda baskı rejimleri olarak kalacak (askeri diktatörlük, Bonapartizm vb.) rejim ve partileri de kendi yörüngesine cezbeder. Güçlü faşist rejimler kendilerine bir ittifaklar ağı yaratır. 1930’lu yılların sonuna gelindiğinde Avrupa’da hemen hemen her ülkede ağır baskı rejimleri kurulmuştu. Ama bunların her birinin gerçek anlamda faşist karakterde olduğunu söylemek mümkün değildi. Ama bunlar Nazizmin ve faşizmin hegemonyası altına girdiler ve pratikte etkileri gittikçe daha fazla faşistlere benzemeye başladı. Bugün de aynı eğilim görülecektir. Doğu Avrupa’da her geçen yıl yeni bir ülke burjuva demokrasisinin dışında baskıcı bir rejime doğru yöneliyor: Macaristan ve Polonya’dan sonra Çekya, Sırbistan, Slovakya vb. aynı yolun yolcusu gibi görünüyor. Uzun zaman bu yeni doğmakta olan rejim tipinin faşist olmadığında ısrar ettik. Çünkü değillerdi, hâlâ da değiller. Ama ön-faşist güçlerin Avrupa çapında her geçen yıl güçlenmesi, diyelim İtalya ve İspanya’da son beş yıl içinde hiç sesleri duyulmazken ülkenin en önemli güçleri haline gelmesi, diğer gerici güçleri de etkiliyor. Macar başbakanı Orban’ın yaz aylarında ilk kez Le Pen ve Salvini ile ortak bir deklarasyona imza atması faşist kamp ile dar anlamda faşist sayılamayacak güçler arasında bir ittifakın ilk taşı olabilir. Yarın Hindistan faşizme geçerse Filipinler hemen yanına katılabilir. Brezilya Kolombiya’yı da kendi yanına çekebilir vb.

38. Avrupa faşizminin yol haritası önemli bir kavşağa gelmiş bulunuyor. 5. Kongre kararımızda da ifade ettiğimiz gibi, Salvini’nin 2018 sonrası şaşırtıcı bir süratle yaptığı atılım, Avusturya’da çok büyük skandallar yaşamış olsa da iktidar ortağı olmaya aday olacak kadar güçlenmiş bir ön-faşist hareketin varlığı ve başka faktörler, tek tek Fransız milliyetçiliği, Alman milliyetçiliği vb. yerine “Avrupa uygarlığını koruma” kisvesi altında bir Avrupa milliyetçiliği programı doğmasının bir alternatif haline gelmesini mümkün kıldı. En son (bir önceki maddede sözü edilen) Orban olayı da bu güç odağının etkisini faşist hareketin dışına bile taşıyabilme ihtimalini ortaya koydu. 2017 cumhurbaşkanı seçiminde Marine Le Pen’in iki tur arasında “avrodan ayrılma” çıkışının halkta ne kadar büyük bir olumsuz tepki yarattığı da hatırlardadır. Avrupa ülkelerinin halkları, AB’ye (“Brüksel’e) zaman zaman çok kızsa da, tek başlarına yürümeye henüz hazır değil görünüyor. Bu ve başka nedenlerle “ulusal ölçekte faşizm” karşısında “Avrupa ölçeğinde faşizm” alternatifinin daha ağır basması beklenebilir. Ancak birinden ötekine geçiş çok karmaşık biçimler alacaktır. Fransa’da 2022 Nisan ayında Le Pen seçilirse uygulayacağı politikalar bu nedenle de dikkatle izlenmelidir.

Ortadoğu, Afganistan, Afrika: Mezhepçi, tekfirci hareketin “ikinci baharı”

39. 2021 Ortadoğu politikasındaki en önemli ülkelerden üçünde önemli siyasi değişikliklere sahne oldu. Trump’ın yerini Biden, Netanyahu’nun yerini sekiz partiden oluşan bir koalisyon (başbakan Bennett), Ruhani’nin yerini ise Reisi aldı. Bu değişim, Trump döneminin Suud-İsrail ittifakına dayanan, İsrail’in hemen her konuda önünü açan, İran düşmanı (özellikle ABD’nin nükleer anlaşmadan ayrılması), Filistinlilere para karşılığında özgürlüklerini terk etme rüşveti teklif eden (damat beyin “100 Yılın anlaşması” projesi) doğrultusunun ne ölçüde değişeceği sorusunu Ortadoğu gündeminin merkezine yerleştirdi. Biden başa geleli yedi ay doldu, bu politikada tek bir değişiklik görmek mümkün. O da ABD’nin nükleer anlaşmaya geri dönme “niyet beyanı”. Bu niyet beyanına gayet mantıksız biçimde İran’dan yeni tavizler talebi ekleniyor. 100 Yılın Anlaşması elbette gündemde değil zira üzerinde Trump/Kushner imzası var. Ama Trump’ın yarattığı bütün “mevziler”i Biden şimdilik muhafaza ediyor. Kudüs, Golan, yerleşimler, Doğu Kudüs politikalarında hiçbir fark yok. Sembolik olarak en önemlisi, Cemal Kaşıkçı cinayeti üzerine bir bardak soğuk su içilmesi oldu. Trump döneminde İsrail’in BAE, Sudan, Bahreyn ve Fas tarafından tanınmasından sonra şimdi Ürdün aynı yola sokuluyor. İran’la gerilim devam ediyor (en son Umman açığında bir gemi sorunu ciddi bir askeri çatışma tehlikesi yarattı. Meselenin gündemden düşmesi ABD’nin Afganistan’daki bozgunu sayesinde oldu.)

40. ABD’nin Ortadoğu’nun komşu coğrafyası Afganistan’da uğradığı bozgun, her türlü tarifin ötesinde Amerikan emperyalizmine büyük bir darbe vurmuş bulunuyor. 11 Eylül’ün 20. yıldönümünü idrak ettiğimiz bu günlerde ABD o günden bile daha zayıf durumdadır. Afganistan (2001) ve Irak (2003) savaşları sözde bir “Sonsuz Savaş”ın başlangıç noktasıydı. Her ikisi de ilk kısmi zaferlerden sonra birer bataklık oldu. Bu, ABD’nin büyük gürültü ile dünyaya ilan etmiş olduğu stratejinin çökmesine yol açtı. ABD’nin ve daha genel olarak emperyalizmin o aşamadan sonra ODKA (Ortadoğu ve Kuzey Afrika) bölgesindeki savaşları ya da vekâleten savaşları (Libya, Suriye, Yemen, Filistin) bu stratejinin bir parçası olmaktan uzak, tepki savaşlarıydı. Afganistan’da emperyalizm yanlısı rejimin iflası (ABD’nin müttefikini yüzüstü bırakması, Ğani’nin ödlekçe kaçışı, ordunun dağılışı vb.) gelecekte Venezuela’da Guaidó’dan Asya’nın Çin’e karşı desteklenen ülkelerine kadar başka müttefiklerin yönelişlerini gözden geçirmesine yol açacak önemde bir olaydır. ABD, hem kendi iç sorunları nedeniyle liderlik kapasitesinin zayıflamasından dolayı hem de Afganistan bozgunu sonucunda bir süre bir “Vietnam sendromu” gösterebilir, yani irade tutukluğu içine girebilir.

41. Tekfirciliğin yeni bir yükseliş olanağı elde ettiği yadsınamaz. Bir kere Taliban’ın tekfirci hareketlerle farkları ne olursa olsun, radikal İslamcı hareketin emperyalizmi yenilgiye uğratmasının bütün silahlı İslamcı hareketlere büyük bir itibar ve moral kazandıracağı tartışmasızdır. Bunun yanı sıra yeni Afganistan’ın tekfirci hareketlere, az ya da çok, toparlanma, güç toplama, planlama ve lojistik hazırlık, hatta Taliban memnuniyetsizleri arasında kadro toplama bakımından önemli bir üs sağlayacağı da söylenebilir. Bunun “az ya da çok” olması Taliban’ın politikasına bağlıdır. Ama Taliban böyle bir üs olarak olanak yaratmaya Afganistan’ın kendi ulusal çıkarları ve Taliban’ın örgütsel çıkarları dolayısıyla istekli olmasa bile nesnel durum tekfircilik için avantajdır. Bugün DAİŞ-H’nin Taliban’la vuruşa vuruşa bile olsa 2.000 kişilik bir gücü ülke topraklarında üslendiriyor olması dahi bu olanakların bir örneğidir.

42. Bilindiği gibi tekfirci hareketin iki kanadı da önemli darbeler yemişti. El Kaide 2001’de Afganistan’dan kovuldu, 2011’de karizmatik lideri Usame bin Ladin Amerikan özel kuvvetlerince yargısız infaz edildi. DAİŞ ise 2016’dan itibaren Suriye ve Irak’ta topraklarını yitirdi, kendini halife ilan etmiş lideri Bekir el Bağdadi ise 2019’da yine ABD özel kuvvetlerinin yargısız infazına uğradı. Bu, söz konusu iki örgütün her şeyi yitirmiş olduğu anlamına gelmekten uzaktır. Ama El Kaide’nin 11 Eylül ve sonrasındaki muazzam itibarından, DAİŞ’in 2014-2017 arası Irak ve Suriye topraklarından önemli bir parça üzerinde egemenlik kurmasının yanı sıra Avrupa ve Türkiye’yi bombalamalarıyla dehşete sürükleyerek saldığı korkudan çok uzağız. Buna rağmen tekfirci hareket dünyanın çeşitli yerlerinde, özellikle Kara Afrika’da (Doğu Afrika’da Somali, Kenya, Mozambik), Batı Afrika’da “Sahel” olarak anılan beş ülkede, özellikle Mali’de, ayrıca Nijerya’da ve Mağrip’te ciddi bir güç olmaya devam etmektedir. Ama nasıl 1979 İran devrimi siyasi İslam’a ve İslami rejimlere büyük bir atılımın vesilesi oldu ise, Afganistan zaferinin de tekfirciliğe çeşitli coğrafyalarda bir “ikinci bahar” yaşatmasını beklemek gerekir.

Küba, Güney Afrika, Hindistan

43. Dünya durumunun gidişatı içinde kendi özellikleri dolayısıyla genel eğilimlerin bir ölçüde kenarında kalan ama yaşayacakları gelişmeler dolayısıyla çeşitli bakımlardan önemli etkileri olabilecek iki ülkeyi ayrı ele almak yararlı olacaktır. Küba, Kuzey Kore’den farklı olarak en başta Latin Amerika’da olmak üzere dünya çapında halklar tarafından 20. yüzyıl sosyalizminin son kalesi ve insanlığın kurtuluş çabası açısından son umut ışığı gibi görülüyor. 2010’lu yıllar boyunca kapitalist restorasyon sürecinin adım adım ilerlemesi Küba işçi devletinin özsavunma mekanizmalarını zayıflatmış durumda. 2019 Anayasası özel mülkiyet hakkına devrimden beri ilk kez yer vererek kapitalist restorasyonun önünü daha da fazla açtı. Bu yılın başında hem döviz kuru operasyonuyla hem de özel sektör faaliyetlerinin istisnalar dışında bütün sektörlere yayılması izniyle yeni bir evreye geçildi. Daha önemlisi bu kararların alınmasının zamanlamasıydı. Küba yönetimi bu adımı, vaktiyle Obama’nın kapitalist restorasyona uzattığı elin, o dönemde başkan yardımcısı olup şimdi başkan seçilmiş olan Biden tarafından sürdürüleceği umudu dolayısıyla atmıştı büyük ihtimalle. Biden ise 11 Temmuz’da yaşanan olaylar sırasında Küba’ya “dikiş tutturamamış devlet” (“failed state”) diyerek “iyi niyet”ini ortaya koymuş oldu! 11 Temmuz ile mücadele yepyeni bir boyut kazandı. Şimdi hem ABD’deki karşı devrimci Küba toplumuna karşı işçi devletini korumak hem de o mücadele içinde işçileri ve halkı bürokrasiye karşı konumlandırmak birbirinden ayrılmaz görevler olarak iç içe geçmiş durumda. Bunun Küba’da çok ince taktikler gerektirdiği açık. Ama Devrimci İşçi Partisi, dünya Trotskizminin çoğunluğunun 1989-91 dönemecinde işçi devletlerini savunma görevleri konusunda sınavını veremediğini hiçbir zaman gözden uzak tutmayacaktır. IV. Enternasyonal, işçi devletinin savunulması için gerekirse bürokrasi ile dahi birleşik cephe taktiği uygulanabileceği anlayışı üzerine kurulmuştur.

44. Güney Afrika, dünya sisteminde çelişkilerin en ağır biçimde yaşandığı buna karşılık işçi hareketi ve sosyalizmin tarihi gelenekleri dolayısıyla ciddi bir devrimci hareketin oluşma potansiyelinin en yüksek olduğu ülkelerden biridir. Keskin bir ırk ayrımcılığına dayanan apartheid sistemi zemininde Afrika’nın en gelişkin kapitalist ilişkilere sahip bu ülkesinde 20. yüzyılın ikinci yarısında adım adım gelişen sınıf mücadelesi ve ırk ayrımına karşı mücadele, 1994’te liberallerin büyük kahramanı Nelson Mandela tarafından düzenin çarkları içinde paramparça edilmişti. Şimdi aradan geçen otuz yıla yakın süre içinde değişenin sadece sistemin hukuki yüzü olduğu ortaya çıkmış bulunuyor. Bunun karşılığında beyaz burjuvazinin içinde bir siyasi bileşen yükseldi. Kitlelerin kapitalizm ve ırk ayrımı karşısındaki konumu hemen hemen hiç değişmemiş, buna karşılık militan sendikalar ve siyasi hareket düzenle bütünleşmiştir. Bu yıl içinde yaşanan açlık isyanı yani dev ölçekli yağma olayları, Güney Afrika’nın bütün çelişkilerini göz önüne sermiştir. Siyahi yeni zenginleri içine alan beyaz burjuvazi, Hint kökenli esnaf zanaatkârdan oluşan küçük burjuvazi ve işsiz ve aç siyahi kitleler birbirlerine karşı çıplak biçimde mevzilenmiş olduklarını bir kez daha göstermiştir. Son yıllarda Mandela’nın ardından Afrika Ulusal Kongresi ve Güney Afrika Komünist Partisi kadrolarının da tamamen düzene uyum sağladığı ortaya çıktıkça, merkezinde metal işçileri sendikasının yer aldığı yeni bir devrimci sendikacılık (SAFTU) ve yine bu işçi örgütlerinin zemininde kurulan ve devrimci bir program savunan ama muhtemelen eski Stalinist mirasından tam kurtulamamış bir ortayolcu odak olan yeni bir parti (RSWP-Devrimci Sosyalist İşçi Partisi) Güney Afrika’daki mücadeleye bir önderlik umudu getirmektedir. Gözlerimizin bu ülkeden ayrılmaması gerekiyor. Güney Afrika’da devrimci bir yükseliş Afrika’nın ayağa kalkmasıyla sonuçlanabilir.

45. Asya’nın ikinci devi Hindistan gittikçe daha büyük çelişkilerle sarsılmaya başladı. Bir yandan gözle görülür biçimde yükselen bir faşizm tehlikesi, bir yandan son yıllarda başarı kazanan, yüz milyonlarca işçinin katıldığı, tarihte görülmüş en büyük grevler silsilesi, bir yandan yüz milyonlarca köylünün Kasım ayından bu yana tarımı şirketlere kurban edecek üç yeni yasaya karşı bitmek tükenmek bilmeyen direnişi, bir yandan da ülkenin son yıllarda dış politikada tam 180 derecelik bir dönüşe girmiş olmasının getirdiği çelişkiler, geleceğin patlamalı gelişmelere gebe olduğunu gösteriyor. Ülkenin başına 2014’te Bharatiya Janata Party (BJP) adlı bir Hindu şovenisti parti gelmişti. Literatürümüzde ortaya konulduğu gibi, bu parti, ta 1920’li yıllarda kurulan ve yan örgütleriyle birlikte 5-6 milyon üyeye sahip olan bir paramiliter kola (RSS) sahip, açıkça faşist karakterde bir partidir. İlk döneminde tırnaklarını pek ortaya çıkarmayan, ama Hindu milliyetçilerinin Müslüman azınlıklara “münferit” saldırılarını himaye eden başbakan Narendra Modi, 2018 seçimlerini de kazandıktan sonra neredeyse açık saldırıya geçti. Bir yandan partiye bağlı çeteler Müslümanlara her fırsatta eziyet ediyor, daha küçük azınlıklara (Sikh’ler, Hıristiyanlar vb.) çeşitli saldırılarda bulunuyor, ilerici üniversiteleri basıyor. Bir yandan da hükümet ve meclis, Müslüman halka açıkça ayrımcılık uygulayan yasalar kabul ediyor, uygulamalar yapıyor. Son günlerde BJP faşist ırkçılıktan esas hedefine, yani işçi sınıfına dönerek taarruza geçti. Hindistan’da bölünmüş olsa da üçüncü büyük siyasi gelenek olan komünist harekete karşı ülkenin en yalıtılmış köşesinde bir eyalet olan Tripura’da faşist çetelerle parti merkezlerini, gazete bürolarını, yöneticilerin evlerini basarak, arabalarını yakarak bir dehşet ortamı yaratıyor. Bu, Hindistan’da yakın gelecekte başka eyaletlerde tekrar edebilir. Milyonlarca üyeye sahip iki komünist parti Hindistan Komünist Partisi (CPI) ve Hindistan Komünist Partisi-Marksist (kısaltması CPI-M) doğru dürüst bir mücadeleci hat ve bir birleşik işçi cephesi taktiği izleyemezler, uygun yöntemlerle bir Proleter Askerî Politika uygulamazlarsa işçi sınıfını ağır sonuçlar bekliyor demektir. Buna karşılık, canlı bir işçi sınıfı ve küçük köylülük de direnişe katılabildiği ölçüde Hindistan’da sınıf mücadelesi işçi-emekçi kamp lehine yükselecek demektir. Hindistan artık Indo-Pacific Com adı altında ABD askerî şemsiyesi altına alınmış bir QUAD üyesi olarak Çin’e karşı tavır aldıkça, Çin’in de ülkenin bazı önemli ormanlık alanlarını zaten kontrol altında tutan üçüncü (Maoist) komünist partisi olan Naxalite hareketi mali, askerî, istihbarat ve benzeri türden destekle Hindistan’ın başına daha büyük belalar açacak düzeye yükseltmesi beklenebilir. Kısacası, Asya’nın ikinci devi sarsıntılarla dolu bir döneme giriyor. Devrimci Marksist hareket o ülkede ikisi Sovyetik, biri Maoist gelenekten üç güçlü komünist parti ile karşı karşıyadır. Neredeyse 1,5 milyar nüfusa sahip bir ülkede elbette Trotskist gelenekten gelen güçler vardır ama çok zayıftır. Onlarla kurulabilecek herhangi bir temasa kapalı olmamakla birlikte devrimci Marksizmin bugün doğrudan faşist saldırıların hedefi haline gelen komünist partilerle dayanışma çabasına girişmemesi, bu dayanışmayı yaymaya çalışmaması tam anlamıyla çocuksu bir tutum olur. Yarın bu partilerin içinde, partilerin ürkek ve faşizmle mücadelenin ihtiyaçlarına cevap veremeyecek politikalar izlemesine öfkeyle yönetime karşı eleştirel tutumlar geliştirebilecek azınlık eğilimleriyle temasa geçmesi ise bu ülkede devrimci bir odak yaratılmasında ihmal edilmemesi gereken bir görevdir.

Devrimin Covid-19 molası

46. Partimiz kongresini Covid-19 dolayısıyla iki yerine üç yıl aralıkla yapıyor. Bu üç yılı devrimci yükselişler bakımından iki alt döneme ayırmak gerekiyor. Dünya devriminin üçüncü büyük dalgası, dönüm noktası olan Mısır Bonapartist darbesinden sonra 2013’te sessizliğe gömülmüştü. 5. Kongremiz 2018 yılının tablosunda halk isyanlarının havanın döndüğüne işaret ettiğini, isyanların sıklaşmasının devrimci dalganın yeniden canlanacağının ilk işaretleri olduğunu vurguluyordu. Bu hızla gerçekleşti. Kuzey Afrika’da Sudan ve Cezayir Arap devriminin ikinci atılımını başlattı. Bunlar henüz devam ederken 2019 sonbaharında bu sefer Ortadoğu’da büyük bir patlama yaşandı: Irak ve Lübnan devrimleri, İran ayaklanması. 2019 sonbaharı aynı zamanda Latin Amerika ülkelerinde ayağa kalkış anı oldu. Haiti ve Porto Riko’daki öncü sarsıntılardan sonra ardı ardına devrimci yükselişler doğdu. Ekvador’da yaşanan gerçek bir halk isyanı idi ama asıl Şili’de dev bir halk hareketi yaşandı. Şili’nin 2019’da bir devrimci kriz yaşadığı dahi söylenebilir. Avrupa’da ise Fransa önü çekiyordu. 2016 yılından itibaren başlamış olan büyük grev ve sokak gösterileri dizisinin yarattığı atmosfer yeni yeni toplumsal mücadelelerin doğmasına ebelik ediyordu. 2018 sonlarında başlayan ve bütün 2019’a damga vuran Sarı Yelekliler hareketine sonuna doğru bir de grev dalgası katılıyordu.

47. Covid-19 hayatın bütün alanlarına olduğu gibi bu alana da çok önemli değişiklikler getirdi. Kitleler eve döndü, devletler bunu fırsat olarak kullandı. Böylece dünya devriminin üçüncü dalgasının ikinci evresi 2019’la sınırlı kaldı. Ne var ki Covid-19 döneminde bile kitleler yerlerinde durmadılar. Dikkatimizi sadece en büyük atılımlarla sınırlayarak söyleyecek olursak, emperyalist ülkelerde en haşmetli mücadele 2020 yazı boyunca süren Black Lives Matter hareketi oldu. Bu, ABD tarihinin gördüğü en kitlesel eylemler dizisini oluşturdu, devlet saflarında basbayağı bir telaş yarattı, bir tepki hareketi olarak ABD’de Trump’ın liderliğinde yükselmekte olan faşizme, sokak çeteleri biçimi altında ek bir ivme kazandırdı. Latin Amerika’da çok çeşitli ülkelerde kısmi ve kısa süreli kitle mücadeleleri yaşandı. Ama hiçbiri Kolombiya kadar sebatkâr ve kapsayıcı olmadı. 2019’da ve 2020’de daha kısa süren kitlesel mücadelelere giren Kolombiya halkı 2021’de Nisan ayının son günlerinden başlayarak aylarca süren bir büyük mücadelede yüze yakın insanını yitirdi. Lübnan 2020’de Beyrut liman patlamasına tepkiyle, 2021’de ise büyük ekonomik krize karşı kitle eylemleri yaşadı. Lübnan halen içinden çıkamadığı ekonomik çöküntüyle, yeni kitlesel hareketler ve halk isyanları yaşamaya aday durumda.  Irak ve İran da bir türlü durulmak bilmiyor.

48. Ancak şimdi yaşananlar yine sadece ön haberciler olarak görülmeli. Covid-19’un getirdiği açlık, sefalet ve ölümler halkların içini hınç ve sabırsızlıkla doldurmuş bulunuyor. En ufak bir sarsıntıda büyük kalkışmalar yaşanabilir. Üç coğrafyaya özellikle dikkat etmemiz gerekir. Ortadoğu hiç beklenmedik bir anda bile dev bir devrimci kasırgaya kapılabilir. Aynı şeyin Latin Amerika için mümkün olduğu söylenebilir. Emperyalist coğrafyada ise ilk sırada Fransa, ardından Amerika dikkatle izlenmesi gereken ülkeler olarak öne çıkıyor. Bu iki ülkenin durumunu özel kılan şudur: Bunlarda hem büyük bir faşizm ve gericilik tehlikesi hem de kitlelerin yorulmak bilmez, zaman zaman devrimci bir potansiyel yaratan bir mücadele azmi paralel olarak yükselmekte. Bu bakımdan bu iki ülkenin önümüzdeki dönemde en öne çıkacak anahtar ülkelerden olduğunu söylemek mümkündür.

49. Devrimci Marksizmin metodu, devrimlerin genel yasalarının yanı sıra yaşanan yeni devrimci süreçleri yakından inceleyerek ülke tipine göre ve toplumsal, siyasi, ideolojik, askerî vb. farklılıkları da hesaba katarak proletarya partisinin önünü görmesini ve devrime hazırlanmasını sağlamaktır. Partimiz, 21. yüzyılın başından itibaren Latin Amerika ve Arap devrimlerini izledi, inceledi, ders çıkarmaya çalıştı. 21. yüzyılda devrimler yaşanmadı diyemeyiz. Böyle bir eksiklik yok. Kitleler devrimi başlatıyor, önderlikler kitleleri iktidara taşıyamıyor. 21. yüzyılda devrimler kazanamadı. Marksistlerin devrimlerin neden kazanamadığını tartarak stratejilerini buna göre belirlemeleri gerekiyor. 21. yüzyıl deneyiminde devrimlerin iktidarı işçi sınıfına ve emekçi/ezilen müttefiklerine taşıyamamasının ardındaki genel faktörler şöyle özetlenebilir: (1) 20. yüzyıl sosyalist deneyiminin çöküşünün bıraktığı ideolojik ortamda Marksizmin ve sınıf mücadelesinin değersizleştirilmiş olması; (2) aynı nedenle kamusal çözümlerin reddi, özelleştirmenin ideolojik üstünlüğü; (3) piyasa ve özel mülkiyetin yarattığı dehşet verici sefalet ve eşitsizliğin çözümü olarak ise sağda dinî yapıların, solda ise “sınıfsız” bir alan olarak kurgulanan ve algılanan “sivil toplum” ideolojisinin öne çıkması; (4) proletaryanın devrimci partilerinin istisnalar dışında dünyanın her yerinde büyük bir ideolojik, siyasi ve örgütsel krizden geçiyor olması; (5) bu nedenle devrimlerde siyasi hegemonyanın büyük ölçüde modern küçük burjuva katmanlarda kalması, bunların ise devrimleri sonuna kadar götürme iradesinden yoksun olması; (6) proletarya devrimler üzerinde kendi hegemonyasını sağlayacak örgütlere sahip olmadığından hem işçilerin hem de kent yoksullarının mahallelerinin devrimlerdeki mücadelesinin küçük burjuvazinin kaprislerine bağımlı konuma düşmesi; (7) sosyalist hareketin bütün anti-Marksist kanatlarının ideolojisi haline gelmiş olan “barışçı mücadele”nin hareketi belirli kavşaklarda çaresiz bırakması; (8) devrimin baskıcı yönetimler karşısında “uluslararası topluluk” denen emperyalist sistemin sözde “demokratik” yöntemleriyle uzlaşması.

50. Devrimci Marksizmin her yeni devrimi yukarıdaki faktörleri de göz önünde tutarak incelemeye devam etmesi, bu alanlarda ortaya çıkabilecek yeni eğilimler üzerinde dikkatle durması, başka faktörlerin ortaya çıkması halinde onlarla mücadeleyi de devrimci görevleri arasına kaydetmesi, her olumlu gelişmeyi derinleştirmek için çaba göstermesi asli görevlerindendir. Marksizm ve daha da belirgin olarak Leninist Marksizm planlı inşa ve planlı devrimciliktir. Yarınki devrimlere bugünden hazırlıklı olmalıyız. Yukarıda sayılan bütün faktörleri ortak olarak karşılayan asgari görevler şu alanlarda yoğunlaşır: (1) Sosyalist faaliyetin ağırlık merkezini işçi sınıfına, proletaryanın devrime en yatkın olacak katmanlarına çevirmek; (2) Devrimci parti inşasında tavizsiz ısrar; (3) Marksizmin teoride ve siyasette derinlemesine savunulması, fikirler alanında, özellikle çağın en önemli strateji meselesinde, proletarya hegemonyası önündeki güncel engel olan “kimlik” politikasıyla mücadele (müsademe-i efkâr); (4) Enternasyonal için mücadele: Dünya durumunun devrimci Marksizmin krizinin damgasını taşıması dolayısıyla, devrimci partilerin Enternasyonal’i yaratacağı kadar devrimci bir Enternasyonal’in de devrimci partileri yaratacağı bir pratiği hâkim kılmak.

Devrimci Enternasyonal’in engebeli yolları

51. Kökeni IV. Enternasyonal’de yatan dünya Trotskist hareketinin uluslararası planda ne kadar büyük sorunlarla malûl olduğu gerçeği, bugüne kadar partimizin birçok belgesinde dikkatli bir biçimde ortaya konulmuştur. Partimiz, Lenin ve Trotskiy’in devrimci Marksist bir Enternasyonal’in dünya proletaryasının ve emekçi ve ezilen halklarının kurtuluşu için gerekliliği fikrinden en ufak bir yalpalama göstermeksizin bu zor dönemde kendi kavrayışını geliştirmeye ve yaymaya çalışırken aynı zamanda gelecekte daha sağlam temellerde bir uluslararası örgütlenmeyi olanaklı kılacak gelişmeleri değerlendirerek proletarya enternasyonalizmi doğrultusunda çalışmalarını devam ettirecektir. Partimiz ideolojik ve politik kavrayışında sonuna kadar ısrarlı olmakla birlikte, her tür sekt ruh durumunu reddederek devrimci enternasyonalizm doğrultusunda örgütsel bir derlenişin içinde azınlık olarak dahi çalışmaya hazır olacaktır. Yoldaşlarımızı ortak mücadele içinde ikna etmeye çalışarak birlikte dünya devrimine doğru yürümeye hazır olmalıyız.