Dün de, bugün de, yarın da plan aynı plan: “NATO koridoru”

Dün de, bugün de, yarın da plan aynı plan: “NATO koridoru”

Erdoğan, AKP’nin Kızılcahamam’da yaptığı kampta “Kararı verilen ve süreci başlamış olan barış pınarlarının önünü açma vakti, belki bugün, belki yarın denebilecek kadar yakındır” diyerek Fırat’ın doğusuna yönelik yeni bir askeri harekâtın hazırlanmakta olduğunu ilan etti.  Bu konuşmada geçen “barış pınarları” ifadesi Arapçası Ayn-el Arab olan ve Arap pınarı anlamına gelen Kobani’nin hedefte olduğuna işaret ediyor. Kobani ile sınırdaş olan Mürşitpınar ile Tel Abyad’ın karşısına düşen Akçakale’de uzunca bir süredir askeri yığınak yapıldığı düşünüldüğünde ilk hamlenin bu bölgelere doğru yapılacağı öngörülebilir.

ABD’ye karşı değil ABD’yle müşterek

Erdoğan’ın açıklaması, Türkiye ve ABD arasında Urfa’da kurulan “Müşterek Harekât Merkezi”nin bölgede ortak devriye faaliyetlerinin sürdüğü bir aşamada geldi. Erdoğan, bu faaliyetleri “hikâye olduğunu gördük” diyerek eleştirdi ve ABD’nin SDG’ye TIR’larla gönderdiği yardımları gündeme getirerek bu eylemlerin “stratejik ortaklık” ile örtüşmediğini söyledi. Erdoğan’ın bir parti toplantısında, tüm dünyaya duyurarak, harekât planından bahsetmesi en azından bu aşamada ABD ile süren müzakerelere yönelik bir hamle olarak okunmalı. Bu anlamda bugün ve yarın olacak şey, bir askeri harekâttan ziyade ABD ile diplomatik görüşmelerin ve “Müşterek Harekât Merkezi”ndeki trafiğin yoğunlaşması olacaktır.

Daha önce Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı’nda olduğu gibi yine Türkiye’nin ABD ile çelişki içinde olduğu ve ABD’nin iradesi hilafına bir askeri harekâta girişmek üzere olduğu yönünde bir izlenim yaratılıyor. Ancak daha önce de belirttiğimiz gibi görünenle ya da gösterilmek istenenle gerçek arasında ciddi bir fark var. Türkiye, daha önceki her iki operasyonda Fırat’ın batısında bir NATO koridoru oluşturmuştur. Bu koridor İdlib’de Suriye’ye ve müttefiklerine karşı savaşan örgütlere himaye eden bir üsse dönüştürülmüştür. Bu operasyonlara Rusya’nın belirli sınırlar dâhilinde icazet verdiği biliniyor. Bu harekâtların ABD’nin desteği ile değil de sanki onun iradesine karşıymış gibi gösterilmesi Rusya’dan icazet alınmasında önemli bir rol oynamıştır.

Şimdi benzer bir durumu Fırat’ın doğusunda gözlemliyoruz. Erdoğan, kürsüden ABD’ye yönelik üst perdeden eleştiriler yöneltiyor. Aynı anda ABD’nin Irak’tan Rojava’ya gönderdiği TIR’lara ait görüntüler servis ediliyor. Görüntü tamamlanıyor. ABD’nin önemli gazetelerinden Wall Street Journal’da askeri kaynaklara dayandırılarak yayınlanan bir haberde ABD’li komutanların kaygıları aktarılıyor. Ancak aynı makalede askeri kaynakların “ABD’nin NATO müttefiki ile çatışmadan kaçınmak üzere askerlerini çekmekten başka çaresi kalmayacağını” söylediklerini okuyoruz. Türkçe yayın yapan Amerika’nın Sesi web sitesi söz konusu makaleyi haberleştirerek bu bölümü manşete çıkartıyor: “Türkiye Suriye’ye girerse ABD çekilebilir.” Tüm bunlar Türkiye’nin olası bir harekâtı karşısında bir kez daha ABD’nin istemem yan cebime koy pozisyonunda olduğunu gösteriyor.

ABD harekâtı engellemek değil yönlendirmek istiyor

ABD’nin PYD’nin öncülüğünü yaptığı SDG’ye verdiği desteği “taktik” olarak tanımladığı ve DAİŞ’le mücadele ile sınırlandırdığını biliyoruz. Türkiye ise ABD’nin NATO müttefikidir. Amerikan emperyalizminin Ortadoğu’daki planları açısından özellikle de İran’a karşı işlevselliği ne SDG ile ne PKK ile ne de başka bir yapı ile karşılaştırılabilir. Bu bakış açısıyla ABD, TSK eliyle kurulan ve Suriye’de emperyalist taşeronluğu yapan çeşitli isimler altındaki grupların kullanıldığı NATO koridorunun doğuya doğru uzatılmasını kendi çıkarlarına uygun görmektedir. ABD’nin bu harekâta yönelik tutumunun engellemeye değil yönlendirmeye yönelik olacağı düşünülebilir. Muhtemelen ABD, TSK desteğindeki ÖSO artıklarının Fırat’ın doğusuna girdikten sonra Irak sınırına doğru değil güneye doğru yönelmesini isteyecektir. Rakka ve Deyrezzor gibi iki stratejik Arap şehrini Kürt silahlı güçlerle kontrol altında tutmak ABD için büyük bir zaaf yaratmaktadır. Şu ana kadar Suriye ordusunun bu bölgelere yönelik girişimleri SDG’nin karadan ABD’nin havadan karşı koymasıyla püskürtülmüşse de, Suriye’de siyasal çözüm masasının kurulmasının arifesinde bu durumu sürdürmek zorlaşacaktır. ABD’nin bu zorlu cepheyi, Suriyeli mültecilerin yerleştirilmesi ve bölge petrollerinden pay alma karşılığında NATO ordusu TSK’ya ihale etmek istediğini biliyoruz. Trump’ın Suriye’den çekilme planında bu istek açıkça ifade edilmişti.

Avrupa emperyalizminin önceliği göçmen tehdidi

Erdoğan, son konuşmasında olası harekâtın en önemli hedeflerinden biri olarak 2 milyon Suriyeli’yi güvenli bölgeye yerleştirmek istediğini söyledi. Bu söylem Türkiye’nin harekâta yönelik siyasi ve diplomatik koruma kalkanı niteliğindedir. Harekâtı insani bir hedefle meşrulaştırmaktan bahsetmiyoruz. Erdoğan, eğer harekâta icazet vermezseniz, güvenli bölgeyi desteklemezseniz, kapıları açar göçmenleri göndeririz diyerek düpedüz Avrupa’yı tehdit etmektedir. Avrupa’nın göçmenlerden ne kadar korktuğu biliniyor. Daha önce bu konuda 6 milyar Avro’yu gözden çıkaran Avrupa Birliği olası harekâtın demografiyi değiştireceğine yönelik Kürtlerin itirazlarına ve yardım çağrılarına kulaklarını tıkayacaktır.

İşin başında Hulusi Akar değil James Jeffrey var!

Tabii ki bu harekât ABD ile SDG arasındaki ittifak ilişkisini ciddi şekilde sarsacaktır. Özellikle Kobani’ye yönelik bir askeri hareket, bu bölgenin sembolik önemi dolayısıyla çok büyük bir etki yaratacaktır. ABD muhtemelen Kürtlere “biz size TIR’larla silah verdik, NATO içinde bir çatışmayı göz alamayız, başınızın çaresine bakın” diyecektir. Ancak TSK bölgede ilerlerse Kürt siyasal hareketi içinde de çelişkiler derinleşecektir. ABD güdümünde kalarak Türkiye ile uyumlu olmaya yanaşan işbirlikçi bir kanat ile buna itiraz eden bir kanat arasındaki çelişkiler savaşın sıcaklığı ve zorlaması içinde bir çatışma boyutuna dahi ulaşabilir. Nitekim bu da ABD’nin bölge planları dâhilindedir. 2018 yılının Şubat ayında “YPG’yi PKK’ya karşı savaştırabiliriz” diyerek dikkatleri çeken James Jeffrey, halen ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi olarak sürecin en etkili aktörüdür.

Bedeli ödeyecek olan tüm halklardır

Erdoğan’ın, “belki bugün belki de yarın kadar yakın” dediği plan aslında dünün planıdır. Adı da Suriye’nin kuzeyinde NATO koridorudur. Üzerinde “Made in USA” etiketi vardır. Bu koridor, ABD emperyalizminin çıkarları doğrultusunda Türk ve Kürt halklarının arasındaki düşmanlığı körükleyecek, Kürt halkının kendi kaderini tayin etme hakkını çiğneyecektir. NATO ordusunun harekâtına karşı Amerikan silahlarıyla gerçekleştirilecek direnişte ölenler kardeş halkların evlatları olacaktır. Bu olası harekât Erdoğan’ın BM’de İsrail’i eleştirdiği tarzda bölgedeki demografik yapıyı değiştirecek, Türkiye’yi Suriye topraklarında daha da derin bir şekilde Amerikan taşeronu ve gayrimeşru bir pozisyona sürükleyecek ve bir kez daha halklar arasında artan düşmanlıktan sonuna kadar yararlanan emperyalizm olacaktır. Bir kez daha “Kürtlerle barış, ABD’yle savaş” şiarının tek çıkış yolu olduğu görülmektedir.