İki barbarlık çağı arasının kraliçesi

İki barbarlık çağı arasının kraliçesi

Tanrı, patron, bey, ağa, sultan
nasıl bizleri kurtarır
bizleri kurtaracak olan
kendi kollarımızdır

 

Marx, “Kapital’in Yayınlanmamış 6. Bölümü” olarak anılan uzun metninde, bir büyük koltuğu “taht” haline getirenin bir toplumsal ilişki olduğunu, o ilişki ortadan kalkar kalkmaz “taht” denen koltuğun da alelade bir oturağa dönüşeceğini söyler. Kraliyet ya da bizim geleneğimizde saltanat, insanlığın çok eski çağlarından beri var olan, tarihi binlerce yıl geriye giden, ama dünyanın en zengin ve gelişkin ülkelerinde hâlâ hüküm süren bir ilişki. İsveç, Norveç, Danimarka, Hollanda, Belçika, İspanya ve daha birçok kapitalist-emperyalist ülkede toplumsal ilişkilerin geri kalanı baştan aşağı değişmişken kraliyet varlığını sürdürüyor. Yeni binyılın bu “uygar” ülkelerinin halkları neredeyse “ilkel” denecek bu toplumsal-politik ilişkiden utanmıyorlar, zaman zaman barbarların kralları için yaptıkları törenleri hatırlatırcasına kraliyetin kutlamasını ve kutsamasını milyonlar bir araya toplanarak yapıyorlar.

Britanya kraliçesi II. Elizabeth’in 70 yılı aşkın süren saltanatı birkaç kez jübilelerle kutlandı. Koskoca bir halk, modern sanayinin beşiği, bugün bile en zengin ülkelerden biri olan Britanya halkı (esas olarak hâkim ulus İngiltere, ama aynı zamanda İskoçya, Galler ve İrlanda’dan koparılmış sömürge Kuzey İrlanda halkları) hâlâ bir saray karşısında, bir tahtın önünde, hiçbir özelliği olmadığı, alelade bir insan olduğu halde bir Kraliçe “huzurunda” 70 yıldır, boyun eğiyor, bel kırıyor, reverans yapıyor, kısacası şartlandırılmış ayılar misali onun türküsüne oyun oynuyor. Yüz kızartıcı!

Nazilerden NATO’ya II. Elizabeth

Britanya ya da Birleşik Krallık dediniz mi, yukarıda İsveç’inden İspanyası’na saydığımız bütün ülkelerden ayrı bir siyasi güçten söz ediyoruz demektir. 16. yüzyılda ilk tarım kapitalizmi, 18. yüzyılda makine sistemlerine dayanan fabrikayı ilk kez yaygınlaştıran ülke, Adam Smith’in ülkesi, 19. yüzyılda “üzerinde güneş batmayan imparatorluk”, 20. yüzyılda dünya hegemonyasını yavaş yavaş kendi yavrusu, eski sömürgesi Amerika Birleşik Devletleri’ne terk etse de, hâlâ dünyanın bankacısı, iki başlı emperyalizmin yedek başı, Levent Dölek yoldaşımızın Ortadoğu ve Türkiye politikasına ilişkin defalarca vurguladığı gibi Amerika’nın esas emperyalist politikasına hep bir alternatif yolu hazır tutan emperyalist güç, dilini dünya dili yapmış bir ülke.

Kraliçe II. Elizabeth, böyle bir ülkenin dünya hegemonyasını ABD’ye devrettiği andan başlayıp bugüne kadar başında oturdu. Britanya tahtına oturan kadınların uzun ömürlü olması dillere destandır. Yeni ölen kraliçenin adaşı I. Elizabeth 1558-1603 arası tahtta oturmuştu, 45 yıl! 19. Yüzyılda Kraliçe Victoria onun rekorunu kıracak, 1837-1901 arasında ta 64 yıl ülkenin başında kalacaktı! Ama hayatını yeni yitiren II. Elizabeth bütün rekorları kırdı: 1952-2022 arasında 70 yıl boyunca tahtta oturdu!

Bu üç kraliçenin saltanat dönemlerini karşılaştırmak Britanya’nın modern tarihini özümsemek bakımından simgesel ipuçları verir. I. Elizabeth Avrupa’nın bu ada ülkesinde, tarımda kapitalistleşmenin uç verdiği, burjuvazinin emekleme adımlarını attığı çağın, yükselen burjuvazinin ilk büyük şairi William Shakespeare’in o muhteşem tiyatro oyunlarını ve sonelerini kaleme aldığı çağın kraliçesidir. İnsanlığa demir, ter ve kandan oluşan yeni bir uygarlık çağının müjdesini veren bir dönemin.

Kraliçe Victoria insanı sanayi ve bilimde yücelten ama fabrikada ve sömürgelerde en aşağı konuma yerleştiren bir çağın kraliçesidir. Britanya insanlık dışı bir sömürüyle posasını çıkardığı bir işçi sınıfının sayesinde, sanayisinin gücüyle kurduğu bütün denizlere hâkim donanmasını kullanarak dünyanın her köşesinde başka ırklardan ve iklimlerden halkları da kendine köle ederek dünyanın hegemonik gücü haline gelmiştir.

II. Elizabeth ise bambaşka bir çağın, emperyalist kapitalizmin gerileme ve gericileşme çağının kraliçesi idi. Kapitalizm gittikçe daha fazla birbirine bağlanan ve toplumsallaşan bir üretimin karşısında kapitalist özel mülkiyetin tam bir engel olarak yükselmesi dolayısıyla artık dünya savaşları, soykırım ve katliamlar ve faşizmden oluşan bir barbarlık çağının habercisi ve ebesi haline gelmişti. II. Elizabeth 20. yüzyılın ilk yarısında emperyalist-kapitalist ülkelerin dünyayı yeniden paylaşmak amacıyla çıkardığı iki dünya savaşının ve çaresizlik içindeki kapitalizmin başvurduğu son çılgınlık olan faşizmin damga vurduğu bir 30 yılın ardından tahta çıktı. İnsanlık geçici bir kâbus, bir barbarlık çağı yaşamıştı. Bugün çok dudak bükülen ilk işçi devleti Sovyetler Birliği ve bütün sözde demokratların düşman olduğu uluslararası komünist hareket olmasaydı Hitler Nazizmi İtalyan ve Japon faşizmi ile birlikte dünyayı ele geçirerek barbarlığı kalıcı hale getirmiş olabilirdi!

Bu ilk barbarlık çağı böylece atlatıldı. Emperyalizm dünyanın üçte birini saran işçi devletleri karşısında evcilleşti. Ama Soğuk Savaş 20. yüzyıl sosyalist inşa deneyimlerinin çöküşü ile sonuçlanınca barbarlık fırtınası yeniden başladı. Kapitalizmin gerileme ve düşüşünün yeni ifadesi olan 2008 finansal çöküntüsü ve onu izleyen Üçüncü Büyük Depresyon yepyeni bir barbarlık döneminin, Üçüncü Dünya Savaşı’nın kapılarını fora etti. Faşizm önce ürkek ve mahcup, 6 Ocak 2021’den itibaren cüretkâr ve saldırgan yeniden yükseliyor. Ukrayna ve Tayvan provokasyonları emperyalizmin yeniden savaşa ihtiyaç duyduğunu açık biçimde ortaya koyuyor. Kraliçe II. Elizabeth tam zamanında gitti. Yerine Britanya’nın ya da isterseniz bizim dilimizde daha popüler olan adıyla İngiltere’nin başına çok daha savaşçı, çok daha müdahaleci olması hemen hemen kesin olan bir kral bırakarak. 73 yaşında, “tahta çıkamadan ölecek miyim?” kaygısıyla onyıllar geçirmiş bir III. Charles yeni barbarlık çağının kralı olacak.

Britanya fırtına bölgesine girerken acemiler geçidi

Britanya savaş sonrası dönemde ABD ile “özel ilişki”si ile bir Avrupa devleti olmak arasında gitti geldi. Sonunda Avrupa Birliği’ne üye bile oldu ama dayanamadı. Britanya sermayesi yeniden tek başına dünyaya açılma, yeniden yeryüzünün her köşesinde eli kolu serbest cirit atma hevesine kapıldı. Bir de sigortası var tabii: Amerika ile ünlü “özel ilişki”.

Charles’ın nasıl bir eşikte tahta çıktığına bakar mısınız? Brexit ertesinde Britanya yolunu ararken. Brexit’in etkisi altında İskoçya bir kez daha bağımsızlık referandumuna hazırlanmaya başlamışken. AB ile Britanya arasında baş sorun olan Kuzey İrlanda ile bağımsız İrlanda arasındaki sınır konusunda çok gergin ilişkiler yaşanırken. Rusya ve Çin karşısında Britanya ABD emperyalizminin ikizi gibi davranırken. Ukrayna provokasyonu sonucunda bütün Avrupa kıtasının enerji tedarik olanakları Rus gazının elden gitmesi dolayısıyla kısıtlanmış, enerji fiyatları arşı âlâya yükselirken. Britanya işçi sınıfı, sınıf olma bilincini bütün kapitalist ülkelerin proletaryasından önce ve çok daha derinlemesine yaşamış olan bu sınıf, önümüzdeki kışın zorluklarının ve hayat pahalılığının tehdidi 30 yıllık “küreselcilik” döneminde yaşanan yoksullaşma ile birleştiğinde içine düştüğü duruma karşı “artık yoksul yaşamak istemiyoruz” diye isyan etmeye başlamışken. Ülkenin başına Muhafazakâr Parti’nin 81 bin üyesinin kullandığı oylarla gelen Liz Truss adında bir acemi çaylak başbakanın dünya ekonomisi çöküntü içine girerken yeniden neoliberal ortodoksluğa başvurma hevesine kapıldığı günlerde. II. Elizabeth öldü. Şimdi II. Margaret (Thatcher) olmaya meraklı bir başbakan işçi sınıfı ile yeni bir savaşa girişmeye hazırlanıyor.

Kraliyetin rolünün sadece sembolik olduğuna dair efsane bir balondur. Kraliyet Britanya burjuvazisi için kriz dönemlerinin yedek gücüdür. Halkın nezdindeki prestijinden yararlanarak, “tarafsız” görünümünü devreye sokarak, “vatanın ve ulusun birliği” ve “Britanya uygarlığının muhafazası” için burjuvazinin dünya sisteminde ve içeride sınıf ilişkilerinde yakıcı çıkarlarının istikrarını sağlama kurumudur kraliyet. Yeni kral III. Charles, yıllardır hazırlanıyor. Charles’ın onyıllardır Britanya hükümetinin bütün müzakerelerinin ve kararlarının raporlarını temin ettiği ve arşivlediği 2015 yılında “bilgilenme yasası” zemininde yapılan başvurular sonucunda üç yıllık bir mücadele sonucunda itiraf edilmişti.

III. Charles Britanya politikası krize girdikçe sahneye çıkacak, “sembolik kraliyet” şalını bir kenara fırlatarak sınıf mücadelelerine ve jeopolitik gelişmeler karışacaktır. Bunun ilk olarak bu kış ülkenin sınıf mücadeleleri dolayısıyla içine gireceği politik kriz dolayısıyla veya İskoçya’nın bağımsızlık referandumu dolayısıyla olması ilk planda birer olasılıktır. Belki de Kuzey İrlanda/İrlanda Cumhuriyeti sınırı vesilesiyle.

Bütün hiyerarşileri, bütün tahakküm biçimlerini yıkalım!

Britanya’nın eğitimli ve açık görüşlü halkının aynen Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi bir krala, bir sultana, bir emire biat ediyor olması, burjuvazinin bir hâkim sınıf olarak ne kadar esnek bir politikası olduğunun nişanesidir. Her ikisi de, ister Arap ortaçağının, ister kapitalist kurnazlığın ürünü olsun, korkunçtur.

Sembolik bir ilişkiden ne olacak demeyin: Bir krala ya da kraliçeye, prenslere ve düşeslere biat eden, boyun kıran, bel eğen, reverans yapan bir halk, hiyerarşiye olağan bir insani ilişki olarak bakıyor demektir. Sınıf hâkimiyetini yıkması önünde ağır bir ideolojik engeldir bu. Üstelik Britanya Kraliyeti, British Commonwealth adını taşıyan (İngiliz Uluslar Topluluğu) ve daha önceki emperyal ilişkiyi ince ince sürdüren bir yapılanma ile (Afrika’dan Hint alt kıtasına, hatta beyaz ırktan Avustralya, Yeni Zelanda, Kanada gibi ülkelerin halklarına kadar) Britanya’nın eski sömürge halklarını da hâlâ gevşek zincirlere bağlar.

Britanya’dan İspanya’ya ve İskandinavya’ya her yerde monarşiler yıkılmalıdır! Bunu sınıf mücadelesinin ana vatanı Avrupa halkları, ideolojik zincirlerinden kurtulduğunda “ihtiyar kıta”nın işçi sınıfı yapacaktır. Proletaryanın Avrupa Sosyalist Birleşik Devletleri’nde krallara ve kraliçelere yer olmayacaktır!

Türkiye halkları başka alanlarda ne kadar sömürü, baskı, acı ve düşmanlıkla boğuşuyor olurlarsa olsunlar, iki devrimle kurulmuş bir cumhuriyete sahip oldukları için talihlidirler. Bugün bu kazanımı sorgulayanlar varsa, karşılarında herkesten önce işçi sınıfını ve onun siyasi bağımsızlığının sözcüsü Marksist hareketi bulacaklardır.