Paris Ahmet Kaya Kültür Merkezi suikastı: 2013 saldırısının hayaleti

Paris Ahmet Kaya Kültür Merkezi suikastı: 2013 saldırısının hayaleti

23 Aralık 2022 Cuma günü Paris’te onlarca yıldır Kürtlerin ve Türklerin yoğun biçimde yaşadığı bir mahallede, Kürtlerin bir sosyal, kültürel ve politik merkezi olarak kullanılan  Ahmet Kaya Kültür Merkezi’nde üç kişinin (Emine Kara, M.Şirin Aydın, Abdurrahman Kızıl) öldürülmesi ve biri ağır olmak üzere en az üç kişinin yaralanması ile sonuçlanan silahlı saldırı, kaçınılmaz olarak aynı kentte 9 Ocak 2013’te yaşanmış olan üçlü suikastı hatırlattı.

Bilindiği gibi, o olayda, PKK örgütünün kurucularından Sakine Cansız, KCK’nın Fransa sorumlusu Fidan Doğan ve gençlik hareketinde görevli Leyla Şaylemez adlı üç Kürt kadını, Ömer Güney adında, onların şoförlüğünü ve yardımcılığını yapmakta olan bir başka Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Kürt tarafından öldürülmüştü. Özellikle “çözüm süreci” olarak bilinen ve daha sonra 2015’e kadar devam edecek olan yeni dönemin tam başına rastladığı için büyük yankı uyandırmış olan o üçlü suikastın nasıl bir planlamanın sonucu olduğu daha sonra açığa çıkmıştı. Katilin kim olduğu bilindiği, telefon kayıtlarından ve birtakım tapelerden (ses kayıtlarından) MİT ile ilişkisi konusunda çok güçlü delillere ulaşılmış olduğu halde, Fransa devleti davanın üzerini kapatmak için elinden geleni ardına koymamış, katilin kanser dolayısıyla ölümünden sonra da dosya kapatılmıştı. Bu geçmiş olay, bugün yaşanan saldırının üzerini kapatmaya değil de yaşananları gerçekten anlamaya çalışan herkes için sorgulama sürecinin kaçınılmaz bir unsuru olarak öne çıkıyor.

İki tez

Saldırıdan sonra Fransa’da ve başka yerlerde yaşanan tartışmanın anlaşılması çok kolay. Her ne kadar birazdan göreceğimiz gibi Türkiye medyası devamlı at izi ile it izini birbirine karıştırsa da ortada çok basit, çok yalın bir tartışma var.

Fransız polisi ve İçişleri Bakanı Gerald Darmanin, daha katilin silahından duman tüterken orada meydanda saldırının özel olarak Kürtlere yönelik olarak yapılmış olmadığını, katil William M.’nin “patolojik olarak göçmen düşmanı bir ırkçı” olduğunu öne sürdü. Ardından bir süre sonra Adalet Bakanı Eric Dupond-Moretti ise soruşturmanın, son yıllarda terörist saldırılardan çok çekmiş ve uzunca bir süre Olağanüstü Hal altında yaşamış Fransa’da gittikçe daha çok önem kazanmış olan özel terörle mücadele savcılık birimi “Parquet national anti-terroriste” tarafından değil, adi suçlara bakan Paris savcısı Laure Baccuau tarafından yürütüleceğini açıkladı. Paris savcısı ise birkaç gün sonra İçişleri Bakanı Darmanin’in ve polisin “patolojik ırkçı” tezini (şaşırtıcı biçimde) William M.’in kendisinin de ifade ettiğini söyledi. Şaşırtıcı çünkü genellikle “patolojik” vakalar kendilerine “patolojik” teşhisi koymazlar!

Buna karşılık, Kürtlerin sözcüleri daha ilk andan bu açıklamanın karşısında bir tutum aldılar. Hemen aynı akşam yapılan bir kapalı salon toplantısında konuşan La France insoumise (LFI) lideri, üç defa cumhurbaşkanı adayı olmuş, şu anda Fransa’nın en etkili politik şahsiyetlerinden biri olan Jean-Luc Mélenchon da benzer bir tutumla olayın sadece bir “deli”nin marifeti olduğu iddiasının böyle kolayca ortaya atılmasına sert sözlerle karşı çıktı.

Ertesi gün, 24 Aralık Cumartesi günü, çoğunluğunu Avrupa’nın her yerinden gelmiş olan Kürtlerin oluşturduğu on binlerce insan Ahmet Kaya Kültür Merkezi’nden hareketle République (Cumhuriyet) meydanında toplandı. Bu mitingde Kürt konuşmacıların yanı sıra Fransız solunun çeşitli akımlarından sözcüler de konuştu. Fransız solundaki reformist ve düzen partilerini bir araya getiren Nupes adlı cephede toplanmış olan partilerden Fransız Komünist Partisi’nin (PCF) en önemli yöneticilerinden Pierre Laurent, açık açık Fransız polisinin kimseyi budala yerine koymamasını, katile emri verenin belli olduğunu, silahları kimin verdiğini sormak gerektiğini söyledi. LFI önderi Jean-Luc Mélenchon ise bir gece önce olduğu gibi, suikastın siyasi boyutunun araştırılmasının Fransız devletinin sorumluluğu olduğunu iddia etti.

Daha genel olarak Fransız solunun (LFI, PCF, NPA vb.) ve demokratik kitle örgütlerinin bir bölümü (Barış Hareketi vb.), birtakım sendikalar (öğretmen sendikası FSU, sınıf mücadeleci eğilimde bir işçi sendikası olan Solidaires vb.) ve solun elinde olan Paris belediyeleri (Paris Büyükşehir Belediyesi ve olayın yaşandığı ilçenin belediyesi de bunların arasında), İçişleri Bakanı Darmanin ve Adalet Bakanı Dupond-Moretti’nin tutumunun esas sorumluların, azmettirenlerin üzerinin örtülmesi anlamına geleceği konusunda ısrarcı. Ama hükümetin tavrında değişen bir şey yok.

Kısacası, ortada açıkça iki tez var: Biri hükümetin katilin “yalnız kurt” olarak hareket ettiğine iman eden yaklaşımı, öteki ise siyasi sorumluların ortaya çıkarılabilmesi için gerekli olan ciddi ve etraflı bir soruşturmayı savunanlar. Türkiye medyasının bu yalın ayrımı kavrayamaması şaşırtıcı.

Olayın başka yönlerine geçmeden önce çok ilginç bir noktaya değinelim: Yaşanan gerçekliğin karmaşık ve çelişkili boyutları bazen en ilerici tutumları bile gerici bir konuma dönüştürebiliyor. Şimdi hükümet sözcüleri dâhil bütün Fransız sağcıları, katili ırkçılığı dolayısıyla yerden yere vuruyor, bu cinayetlerin “aşırı sağ”, “popülist” partilerin, yani Gerçek’in diliyle konuşacak olursak ön-faşist (proto-faşist) partilerin yıllardır sürdürdüğü propagandanın zehirli meyveleri olduğunu söylüyor. Ne güzel anti-faşizm değil mi? Ne var ki esas amacı gerçeği saklamak bu yapılanın. Yani tarih bazen öyle tuzaklar hazırlıyor ki, bir katili “faşist” diye suçlamak, bir bakıma onu temiz çıkarmak oluyor! Gerici, ırkçı, faşist hareketlere saldırmak aslında kendisi gericilik oluyor! Diyalektiğin her şeyin kendi tersine dönebileceğine dair yasası burada bütün gücüyle kendini ortaya koyuyor! Bu durumdan çıkmak için bir tek şey bize yardımcı olabilir: Lenin’in söylediği gibi, somut durumun somut analizi.

Türkiye burjuva medyasında Paris saldırısı

Sadece yandaş basın değil, Türkiye’nin bütün burjuva medyası bu olayda yaya kaldı!

Önce bir noktayı saptamak gerekiyor. Paris’teki bu saldırı, yalnızca Fransa medyasında değil, görebildiğimiz bütün yabancı medyada, Avrupa’nın diğer ülkelerinin, Arap dünyasının, hatta Amerika’nın ve Latin Amerika’nın basınında daha ilk andan birinci haber haline geldi. Paris gibi bir başkentte, Ortadoğu düğümünün önemli çelişkilerinin cisimleştiği bir olayda tersi de beklenemezdi. Fransa dünyanın, Afrika başta olmak üzere başka bölgelerinde olduğu gibi, Ortadoğu’da ve onunla yakından akraba Kuzey Afrika şeridinde de hâlâ emperyalist hâkimiyetini sürdürmek için mücadele eden, Ortadoğu’ya ilişkin olarak Macron’un Irak üzerinden Bağdat toplantılarıyla iddialı ataklara kalkıştığı, bir süre önce Lübnan başbakanını rehine düştüğü Suudi sarayından gidip kurtararak, Beyrut limanındaki patlama sonrasında Lübnan halkının yardımına koşar gibi yaparak puan kazandığı bir politikası var. 

Fransa Türkiye ilişkileri ise daima inişli çıkışlı olmuştur. AB ve NATO ortaklığı iki ülkenin burjuvazilerini birbirine mecbur ederken, öte yandan Ermeni sorununda Fransa politikacılarının tutumundan ASALA’ya karşı derin devlet operasyonlarında karşılıklı kurulmuş ilişkilere, Fransa’nın son zamanlarda Yunanistan ile kurduğu özel ikili ilişkiden Tayyip Erdoğan’ın Afrika’da Fransa’yı baş emperyalist olarak niteleyip açıkça karşısına almasına kadar sayısız karmaşık unsur içeren bir duvar halısından söz ediyoruz.

Paris’in göbeğinde bir “yalnız kurt” öyküsüne safdil biçimde inanmadan önce Fransa emperyalizminin hem genel olarak Ortadoğu’da, hem Türkiye ile karşılıklı olarak, hem de Kürt hareket(ler)iyle (PKK, PYD, Barzani vb.) nasıl ilişkiler sürdürdüğünü ve bu olayın o ilişkiler çerçevesinde nereye yerleştiğini derinlemesine düşünmek gerekiyor. Kısacası, olay çok önemli bir olaydır.

İşte bu önemli olayı, Türkiye’nin burjuva medyası (bir-iki istisna dışında) ilk gün hiç duyurmamış, ancak République meydanındaki kitle gösterisinden sonra aniden ve çok büyük bir ilgiyle gündemine almıştır.

Düşünsenize ne kadar komik: üç Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Paris’in diyelim İstanbul’un Aksarayı ya da Ankara’nın Cebecisi kadar merkezi bir yerinde öldürülüyor. Bu olay, bırakın televizyonda birinci haber, gazetelerde birinci sayfa girişli bir konu olmayı, hiç sözü edilmeyen bir gelişme olarak kalıyor. Sadece Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı değil, iddiaya göre Türkiye’nin “beka sorunu”nda çok önemli bir yer tutan bir örgütün mensupları öldürülenler üstelik! Neden bu ilgisizlik dersiniz? Kimi, ilgili merciden bu tuhaf olayı nasıl ele alacağı konusunda henüz bir emir almadığından, kimi ise “aman Kürtlere dost görünür müyüm?” kaygısından.

Peki, aradan iki gün geçtikten sonra yandaş medyanın birden meselenin üzerine atlaması neden? République meydanı eyleminin sonuna doğru şiddet olayları yaşanması, yan sokaklarda çöplerin yakılması, arabaların devrilmesi, kalaslarla camların indirilmesi falan burada belirleyici. İlgili merci yandaş medyaya derhal talimat vermiş, Tayyip Erdoğan’ın üç yıl önce yaptığı bir konuşmada “teröristlere yardım etmeyin, günü gelir sizin de başınıza bela olurlar” mealinde bir konuşmasını arşivden çıkararak yollamış olmalıdır ki hepsi birden ani bir refleksle konuyu baş köşeye yerleştirmiş, bu vesileyle muhalif medyaya saldırma görevini de yerine getirmişlerdir. 

Şaklabanlık

Şaklabanlığa bakar mısınız? Muhalif basını şiddet olaylarında PKK’nin oynadığı rolü gizlemekle suçlayan yandaş basın, uzun uzun anlattığı bu olayların kaynağını sadece üçer-beşer kelime ile açıklıyor okuruna: Ahmet Kaya Kültür Merkezi yakınlarındaki silahlı saldırı” (Yeni Şafak), “Ahmet Kaya Kültür Merkezi yakınlarında” (Sabah), “Paris’te üç kişinin öldüğü Ahmet Kaya Kültür Merkezi saldırısı” (Hürriyet). “Yakınlarında” kelimesine dikkat: Anlaşılan “merci” bir Kürt kültür merkezine saldırılmış olduğunun okurdan gizlenmesini istedi. Yoksa giriş merdivenlerinde işlenen cinayetlere “yakınlarında” nitelemesinin yakıştırılmasını nasıl açıklamak gerekir? 

Tabii daha önemlisi var. Üç kişi ölmüş de bunlar kim? Ölenler Fransız mı, onları öldüren Kürt mü? Yoksa hepsi aynı ülkenin vatandaşları mı? İnsan bu özetleri okuyunca mafya hesaplaşması da sanabilir, “namus cinayeti” de!

Sabah’ın haberinin bir güzelliği de bazı Fransızların yollamış olduğu sosyal medya mesajlarını Fransız halkının ortak yargısı gibi sunması: Mesela "Aşk şehrinde Noel arifesi. Nasıl çeşitlilik iyi mi?" veya “Paris eskiden güvenli ve güzel bir şehirdi. Şimdi ise suça hizmet eden bir üçüncü dünya lağım çukuru". Her iki mesajın da Fransız ırkçıları tarafından yazıldığı ve “üçüncü dünya”nın bir yayın organının bunu anlamayıp ya da anlamazlıktan gelip onaylayarak yayınlamış olduğu da cabası!

Bunlar, Paris’in ta 1789 Büyük Fransız Devrimi’nden bu yana böyle olaylara sürekli olarak tanık olduğunu, en son 2018-2019 yıllarında Macron’a karşı yoksulların haklarını savunan Sarı Yeleklilerin polisten gördükleri baskı üzerine Paris’in simge anıtlarından Arc de Triomphe’u (Zafer Tak’ını) sloganlarla boyayarak burjuvaziyi şaşkın bıraktığını, birçok Parisli’nin şehirlerinin bu tarihî özelliğiyle övündüğünü falan bilmiyorlar tabii.

Yukarıda bazı tarihî uğraklarda “faşist ırkçı” ilan edilmenin bile bir “savunma payı” oluşturabileceği ironisinden söz etmiştik. Ama en derin çukurda çırpınan ve son dönemde Avrupa’nın ön-faşist partilerine dostça yaklaşan Aydınlık gazetesi, Kürt düşmanlığından, öteki yandaş basını bile “sağlayarak” katile “ırkçı” sıfatını dahi yakıştıramıyor, “emekli bir Fransız vatandaşı” ibaresini kullanıyor! Anlaşılan “emekli vatandaş”ın hassasiyeti tutmuş! Hani bizdeki şu linç girişimlerinde valilerin, kaymakamların değindiği türden bir “hassasiyet”. “Vatandaş”!

Yandaş basın, République meydanının kenarında çıkan olaylar üzerine çarşaf çarşaf yazdı, fotoğraflardan geçilmiyordu. Ama hiçbirinde olayların temelinde yatan, fitili ateşleyen gelişmeden söz edilmiyordu. Gösterinin sonlarına doğru bir kamyonetin kalabalığın üzerine doğru geldiği ve içinden bozkurt işareti yapıldığı meydandakilerin önemli bir bölümünün tanıklığıyla sabit. Üç yeni ölümün yası içinde olan kalabalık açısından bunun nasıl bir provokasyon oluşturacağını anlamak kolay. Kamyonetin peşine yüzlerce insan takılıyor. Sonrası yaşanan şiddet. 

Yandaş basın böylesine sefil de muhalif basın ne yaptı? Bir örneğe bakalım. Cumhuriyet gazetesinde ilk gün “tıs” yoktu. Sonra 25 Aralık günü bir “dış haber” muamelesine uygun bulunup “Dünya” sayfasına konulan kısacık bir haber ortaya çıktı. Bu haberi yazan gazeteci belli ki dürüst bir muhabirdi. Haber her ne kadar (sol basında da görüldüğü biçimde) Macron ve diğer yetkililerin açıklamaları üzerine kurulmuş olsa da hiç olmazsa olayın kaynağını anlatıyordu. Ama böyle önemli bir haber gazete yazı işlerinin bakışıyla birinci sayfaya terfi edememişti! Birinci sayfada (her gün temcit pilavı gibi işlenen) Ukrayna savaşındaki bir gelişme “Noel öncesi kanlı saldırı” olarak veriliyordu, ama Paris’te yaşanan olay dikkate değer değildi. Cumhuriyet ertesi gün ve ondan sonra iki kez daha “Dünya” sayfasında yer verdi olaya. Birinde belli ki yine muhabirden Paris gelişmeleri üzerine bir haber kısacık verilmişti, ama altına yazı işleri neredeyse ayrı bir haber yaratarak bambaşka bir punto ile şu başlığı yerleştirmişti: “Çatışmalarda PKK flaması”. İki gün sonra yine Paris’ten teknik bir haber yollanmıştı. Birinci sayfaya hiçbir zaman terfi edemeyen bu olay hakkında Cumhuriyet’in beş gün boyunca yayınladığı toplam metin beş-altı kısacık paragrafı geçmez!

“Sol” basında utanç belgeleri

Sosyalist Güç Birliğinin yayın organları, bu cenahın son dönemde Kürt sorunu konusundaki performansını Paris saldırısı vesilesiyle de sürdürdüler. İki örneğe kısaca bakalım. Hem Sol Parti’nin BirGün gazetesi, hem de TKP’nin Sol haber sitesi, konuya burjuva basınından farklı olarak bir miktar yer ayırdılar. Ama içerikte en ufak bir bağımsız bakış bulmak mümkün değil.

BirGün, biri Paris’ten imzalı bir yazı olmak üzere en az iki uzun haber-yazı yayınladı. 25 Aralık tarihli imzasız yazının sorunu yazının, olayları soğukkanlı biçimde özetleyen iki-üç paragraf dışında tamamen ama tamamen emperyalist ülkelerin resmî açıklamalarına hasredilmiş olmasıydı. Fransa, ABD, Almanya, İngiltere, Avusturya ve İspanya’dan cumhurbaşkanı, başbakan, içişleri bakanı, dışişleri bakanı ya da milletvekili unvanı taşıyan yetkililerin demeçleri yazının yarısından fazlasını işgal ediyordu. 

Bunun sosyalistlerin bu meselede bağımsız bir pozisyon benimseme konusundaki sorumluluğundan kaçma yöntemi olduğu açık. Ama BirGün yönetimi aynı zamanda okurları zehirlemekte olduğunu nasıl fark edemiyor? Yukarıda tanıştığımız Fransa İçişleri Bakanı, yer yer Marine Le Pen’e sağdan eleştiri yapacak kadar gerici bir şahsiyet olan Darmanin’in şu cümlesini okura yorumsuz aktarmak ne demek? “Saldırgan bilinçli olarak yabancıları hedef alsa da Kürtlerin özellikle hedef alındığı söylenemez.” Yukarıda olay konusunda çok yalın biçimde sadece iki tez olduğunu aktarmıştık. Bu durumda BirGün kendi tavrını anlatmadan Darmanin’in alıntısını okura aktardığında bu iki tezden Fransız devletinin tezini okur nezdinde güçlendirmekten başka bir şey yapmış olmuyor. 

BirGün’ün yazısındaki bir başka utanç konusu ise yazının başlığı. “Nefret kazanmasın” başlığı sadece tipik bir liberal tutumu dile getirdiği için sorunlu değil. Çok daha önemlisi bu düşüncenin Almanya Dışişleri Bakanı Annalena Baerbock’tan ödünç alınmış olması (yazıda Baerbcock’tan bu alıntı verilmiş). Baerbock, Yeşillerin eş başkanı olarak, bugün Almanya’nın koalisyon hükümetinde hem Sosyal Demokrat başbakan Olaf Scholz’tan, hem de sağ liberal Hür Demokrat hükümet ortağından çok daha Amerikancı ve savaş kışkırtıcısı bir politika izlemekte olan bir dışişleri bakanıdır. O kadar ileri gitmiştir ki, Almanya’nın dünyaca ünlü sol liberal feylesofu Jürgen Habermas (artık 93 yaşında olduğundan kamu önüne çok az çıkmaktadır) Baerbock’a karşı üstü örtülü bir uyarı yazısı yazmak zorunda hissetmiştir kendini! BirGün buna rağmen Yeşilleri ilerici bulup şiarını bu hanımdan alıyor!

Paris’ten yazılan imzalı yazı (27 Aralık 2022) ise olay yerinden yazıldığı için olsa gerek bilgi bakımından çok daha zengin. Ne yazık ki, yukarıdan beri öneminin altını çizdiğimiz, her şeyin özünü oluşturan iki tez meselesinde her şeyi maalesef çorbaya çevirmiş. Önce bir alt başlıkta doğru soruyu soruyor: “Irkçı saldırı mı terör mü?” Ama bir sonraki alt başlıkta her şeyi mahvediyor: “Sol ırkçıları suçluyor”. Bu paragrafta Nupes ittifakının partileri sayılarak solun “ırkçı ve faşist partileri suçluyor” olduğu iddia ediliyor. Oysa yukarıda gördük ki, ırkçı ve faşist partilerin suçlanması, “yalnız kurt” teorisinin uzantısı. Oysa yazar biraz sonra şu anda Fransız solunun ve Nupes’in en etkili şahsiyeti Mélenchon’un bunun tam tersini söylediğini teslim edecektir. Okurun bu yazıdan gerçek durumu anlaması mümkün değildir. 

Sol haber portalına gelince, onun olayı verişini haberlerin başlıklarından izlemek mümkün: “Paris saldırganı hakkında gözaltı kararı kaldırıldı, psikiyatri kliniğine sevk edildi”; “Paris Savcılığı: Saldırganın yabancılara karşı patolojik bir nefreti var”; “Paris Emniyet Müdürü: Hiç kuşku yok ki provokasyondan kaynaklı”. Görüldüğü gibi, Sol haber portalı okuruna Paris savcısının, Paris emniyet müdürünün, yani Fransız devletinin o son derecede kuşkulu görüşlerini anlatmakta çok cömert. Ama karşı teze ilişkin hiçbir açıklama yok.

Bir de ikinci bir grup başlığı aktaralım: “AKP'li Çelik'ten Paris'te gerçekleşen saldırıya ilişkin açıklama” ve “Bakan Akar: Fransızların beslediği yılan kendilerini sokmaya başladı”. Fransız devletinin görüşlerinden sonra bir de istibdadın görüşlerini aktarıyor okuruna. Bunlar yüz kızartıcı.

Bütün bunların yanında şu haber tam “devede kulak kalıyor”: “HDP’den Paris saldırısı açıklaması”. Zaten uzunluğu da bir buçuk paragrafa denk bu haberin. Ayrıca AKP ile HDP’nin açıklamalarının eşit mesafeden verilmiş olması da kendi içinde yeterince anlamlı bilgi veriyor insana.

Sonuç: Gerçeği açığa çıkarmak bir ihtiyaç!

Bütün bunlardan çıkarılacak tek bir sonuç var. 2013 üçlü suikastı gibi bu da karanlıkta kalmamalı. Gerçek bütün çıplaklığıyla ortaya çıkarılmalı. İki tezden hangisinin doğru olduğu saptanmalı.

Bunu susarak yapamayız. Sosyalist hareketin önemli bileşenleri böyle yapıyor. Oysa Fransa’da olacak bitecekleri dikkatle takip etmek, Gerçek gazete ve sitesinin geçen seferki Paris suikastı için ve ayrıca Roboski için ayrıntılı olarak yaptığı gibi ters çevrilmedik taş bırakmamalıyız. Kürtlerin özgürce yaşayacağı, savaşın daha fazla can almayacağı bir çözüme kavuşmak istiyorsak sosyalistler olarak bu sorumluluk bizim de sırtımızdadır.