Erdoğan Beyaz Saray’da: Amigoluktan kâtipliğe

Tayyip Erdoğan’ın ABD ziyareti, hükümetin Suriye politikası açısından fiyasko olarak nitelenmeli. Obama Ocak ayında ikinci dönemine başlayalı beri ondan randevu isteyen, ama amacına dört ay gecikme ile nail olan Erdoğan, Suriye konusunda taraftarlarına büyük umutlar saçarak gittiği Washington’dan eli boş dönmek ne demek, Obama’nın kâtibi olarak dönmüştür. Suriye konusunda ABD ile Türkiye arasında var olan açı farkı bu ziyarette ortadan kalkmıştır. Ama bir orta yolda buluşmak üzere değil. Türkiye’nin ABD’nin doğrultusuna yazılması sayesinde. Erdoğan, yola çıkmadan bir hafta önce savaş çağrıları yapıyordu. Şimdi Cenevre konferansının hazırlıkları için Rusya’ya gideceğini açıklıyor. Gözden kaçırılmaya çalışılan bir ikinci konuda da Erdoğan geri basmıştır: ABD Dışişleri Bakanı’nın “gitmeyin” dediği Gazze’ye yapacağı ziyaret, Batı Şeria’yı da kapsayacak biçimde genişletilmiş ve zararsız hâle getirilmiştir.

Ulusalcılar diye bilinen devlet tayfası kendilerinin emperyalizm uşaklığını saklamak için Erdoğan’ı ve AKP’yi Türkiye’de ABD emperyalizminin en ileri, hatta tek destekçisi olarak sunmayı politikalarının ekseni hâline getirmiştir. Oysa Ortadoğu’da bölgesel güç olma hesapları, Tayyip Erdoğan ve Ahmet Davutoğlu’nun zaman zaman ABD emperyalizmiyle açı farkı taşıyan politikalar savunmasına yol açıyor: İsrail ve Hamas’la ilişkiler, İran’a yaptırımlar karşısındaki tavır, son dönemde Irak’ın bütünlüğüne ilişkin farklı tutumlar, bunun örnekleridir. Elbette, AKP hükümetinin dış politikası son derecede ince bir ayara bağlanmıştır. Bu farklılıklar, hep belirli bir ortak temelden kopmayacak biçimde sınırlanmaktadır. AKP hükümeti, uluslararası sistemde gücünü arttıracaksa, bunun ancak ABD’yle uyumu güvenceye alması koşuluyla mümkün olacağını ilk günden belirlemiştir. Erdoğan’ın son Washington gezisi, bu uyumu bozmama kaygısıyla, Suriye ve Gazze konularında açı farkının hiç olmazsa şimdilik ABD’nin görüşleri lehine ortadan kaldırılmasının sahnesi olmuştur.

Ordularla Şam’a değil, diplomatlarla Moskova yoluyla Cenevre’ye!

Bu, Suriye konusunda çarpıcı bir görünüm almıştır. Yola çıkmadan bir hafta önce savaş çağrısı yapan Erdoğan, Beyaz Saray’daki görüşmeden sonra yapılan basın toplantısında, birincisi, savaş yerine siyasi çözümü benimsemek anlamına gelen Cenevre’yi kucaklamıştır. Öylesine kucaklamıştır ki, bu işin organizatörlüğüne soyunarak Rusya’ya gitmeye karar verdiğini Washington’da açıklamıştır. Daha da öteye, Türkiye, dışişleri bakanı Ahmet Davutoğlu’nun ağzından Suriye rejiminin esas dayanağı, 1970’ten beri iktidarda olan Baas Partisi’nin de içinde yer alacağı bir geçiş hükümetine razı olduğunu açıklamıştır. İkincisi, Erdoğan, ABD’nin Suriye rejimiyle savaşan uç İslamcı gruplara ilişkin koyduğu kaydı, özellikle Nusra Cephesi konusundaki “terörizm” nitelemesini hep eleştirirken, basın toplantısında Türkiye’nin Suriye’deki hedeflerinden birini “Suriye’nin terör örgütlerinin faaliyet sahası olmasının engellenmesi” olarak ifade etmiştir. Sanki bu örgütlerin militanları Türkiye-Suriye sınırının kevgire dönmesi sayesinde Türkiye’yi sığınak olarak kullanmıyormuş gibi. Üçüncüsü, Suriye’deki mücadeleyi bir mülksüzler devrimi olmaktan çıkarıp bir mezhep savaşı hâline getiren gerici Körfez koalisyonunun fedaisi sanki kendisi değilmiş gibi, Erdoğan bu sefer “bütün azınlıkların güvenliklerinin temin edilmesi”ni Türkiye’nin bir önceliği gibi saymıştır. Kısacası, Erdoğan Suriye konusunda saatini Washington saatine göre ayarlamıştır. Savaşçılıktan diplomasiye, saldırganlıktan ikiyüzlülüğe, amigoluktan kâtipliğe geçmiştir.

Bunda Reyhanlı’nın rolünün ne olduğu tartışılmalıdır. Reyhanlı, daha önce yaşanmış olan benzeri olaylardan (keşif uçağının düşürülmesi, sınır ötesinden gelen bombalar, Cilvegözü sınır kapısındaki patlama vb.) farklıdır. Bunların hiçbirinde Türkiye vatandaşları kitlesel olarak ölmemiş, bir şehir savaş yerine dönmemişti. Uçak düştü, ölenler iki askeri personeldi. Cilvegözü’nde ölen 14 kişinin sadece 4’ü Türkiye vatandaşı idi. Reyhanlı’da ölenlerin hepsi sivildi, hepsi Türkiye vatandaşı idi. Sayıları resmi rakamlara göre bile 52’yi, yerel kaynaklara göre 177’yi buluyordu. (Reyhanlı’ya benzeyen tek olay olan Gaziantep bomba olayında ölenlerin sayısı ise sadece 9’du.) Reyhanlı Suriye iç savaşının ordularından birinin (Özgür Suriye Ordusu) uzun zamandır kendine üs hâline getirdiği Türkiye’nin sınırlarından savaşın kendisinin içeri girişi gibi bir etki bıraktı. Hükümeti de çok zor bir siyasi duruma soktu. Dolayısıyla, Reyhanlı sonrasında Washington’da söylenen sözler geçici bir taktiğin sonucu olmayabilir. AKP hükümetinin Suriye politikasında bir kırılmaya işaret edebilir.

Bunun alternatifi şudur: Erdoğan Obama’nın politikasına bir şans daha vermek zorunda kalmıştır. Cenevre türü çözüm arayışlarının sonuç vermeyeceğini kanıtlamak istiyor olabilir. Bu yüzden de Rusya’ya bile gitmeyi, sanki Cenevre’nin arabulucusu gibi davranmayı, gelecekte “bakın, ben her çabayı gösterdim” demek için tercih etmiştir. Bunlardan hangisinin doğru olduğunu bize zaman gösterecek. Ama bir şey açıktır: Beyaz Saray ziyareti, Erdoğan açısından çok ciddi bir geri adım olmuştur. Bunun bir yenilgi mi yoksa daha ileriye doğru bir sıçrama için manevra mı olduğu görülecektir.

Gazze’ye Erdoğan ve KFC

Erdoğan Washington’da Obama’ya herhalde Kerry’yi, kendisine Gazze’ye gitmemesi konusunda uluorta baskı yapması dolayısıyla şikâyet emiştir. Ama hükümet sözcüsü Bülent Arınç’ın “acemi dışişleri bakanı” diye aşağılamaya çalıştığı Kerry’nin bu aleni baskısı hedefini buldu. İster kınayın, ister aşağılayın, adamın sözünden çıkamadınız. Erdoğan Washington’da son gününde Türk gazetelerinin temsilcileriyle yaptığı toplantıda bu konu sorulunca gülmüş, “ama şimdi tasvip görüyor” demiş. Neden? Çünkü Beyaz Saray’daki basın toplantısında da belirttiği gibi, Hazrian ayında Gazze’ye gitmeyi düşünüyor. Dik durmak mı dediniz? Olur mu öyle şey? Uslu öğrenci. Dersini öğrenmiş, şimdi tükürdüğünü yalamamak için Gazze ziyaretini nasıl başöğretmenin koşullarına uydurur onu bulmuş. Hem Gazze’ye, hem Batı Şeria’ya gidecekmiş. Bizim bildiğimiz, Erdoğan’ın Gazze ziyareti ablukaya karşı bir meydan okuma olacaktı. İsrail Batı Şeria’ya da abluka uyguluyor da biz mi duymadık? Üstelik ziyaretinin amacını da yeniden tanımlamış Erdoğan. Daha önce Hamas’a destek olmaya gidiyordu. Şimdi Filistin’in iki siyasi kampını, FKÖ’yü ve Hamas’ı bir araya getirme çabası içine girecekmiş. Zaten ABD’nin istediğinin de bu olduğu aşikâr değil mi? Her yerde Müslüman Kardeşler’i, Tunus’ta Nahda’yı, Filistin’de Hamas’ı Amerikanofil bir konuma kazanmak değil mi ABD’nin Erdoğan’a biçtiği rol? İşte o role uygun bir uslu davranış!

Tam da Erdoğan’ın Washington’da olduğu günlerde dünya ve Türkiye basını komik bir haberi yaygın olarak verdi. Gazzeliler Mısır’dan hazır yemek bile sipariş ediyormuş. Mesela Kentucky Fried Chicken (KFC). Girişimci yoksul Filistinliler de yer altı tünellerini kullanarak bu siparişleri zamanında evlere teslim ediyormuş. Mükemmel bir sistem. Erdoğan bu sistemin daha da iyi işlemesi ve ablukanın bu yoldan kaldırılması için ABD patentli iki devletli barış planını Hamas’a kabul ettirmek üzere Gazze’ye gidecek bu hesaba göre. Bu sefer sipariş Washington’dan!

(A)simetrik yemek masası

Kimilerince bir vakitler İslamcı hareketin sosyalizme açık kanadı olarak görülen Has Parti’nin kurucu başkanı olan Numan Kurtulmuş, Washington’daki yemekte emperyalizmin temsilcileriyle diz dize otururken, Türkiye’deki eski sosyalist yoldaşlarını hatırlamış mıdır? Bunu bilemeyiz, ama o sosyalistlerin bunu duymaktan biraz üzüntü duyacaklarını umarız.

Bu öğle yemeği. Bir de akşam yemeği var. Her gazetede resmi yayınlandı, her televizyonda gösterildi. O ne manzara? İki ülkenin yürütmesinin başı (Obama ve Erdoğan), dışişleri bakanları (Kerry ve Davutoğlu) ve istihbarat yetkilileri (Obama’nın Ulusal Güvenlik Danışmanı ile MİT Müsteşarı Hakan Fidan) oval bir masa etrafında muhteşem bir simetri içinde oturmuşlar. Her iki lider de sağına dışişleri bakanını, soluna istihbaratçısını oturtmuş, “iş yemeği” yiyorlar. İş yemeği dediğiniz de nedir? Mesela insansız hava araçları (Heron’lar, Predatör’ler) gelecekte nasıl yeni Roboskî’ler yaratır, o konuşuluyor herhalde. Ya da demokrasi timsali Özgür Suriye Ordusu’nun yamyam komutanları Esad’ın ordu birliklerini nasıl kuşatır, belki de o. Bir yemek masası, istihbaratçıların tabaklarının yanında bilgisayarlar, dünya halklarına ölüm menüsü hazırlıyorlar!

Masanın oturma düzeninin muhteşem simetrisi, içerikteki asimetriyi gözlerden saklamasın. Türkiye orada askeri istihbarat dışındaki ana istihbarat kurumu (MİT) ile temsil ediliyor, ama ABD’nin dillere destan (askeri olmayan) baş istihbarat örgütü CIA’nın başkanı yok. Onun yerine Obama’nın Ulusal Güvenlik Danışmanı oturmuş. Ulusal Güvenlik Danışmanı istihbaratçı değildir. İstihbarattan gelen bilgileri de toplayarak yürütmenin başına güvenlik konularında tavsiyelerini sunar. Yani istihbarattan anlar, haber alabilir ama haber veremez. Bu asimetrinin anlamı çok açık. Hakan Fidan ABD devletine bilgi veriyor. Obama ve Kerry de o bilgiyi istihbarattan anlayan uzmanla birlikte alıyor. Öteki tarafın bilgi vermesi mümkün değil, verse de boş laf olur. Rapor veriliyor! Tek taraflı! Muhtemelen Kürtleri gelecekte nasıl kontrol altında tutacakları ve Suriye’yi nasıl kontrol altına alacakları konusundaki planlarına altyapı çalışması.

Peki, Hakan Fidan’ın muadili CIA başkanı o sırada ailesiyle tatile mi çıkmış? Hayır. Müthiş bir sembolizm yüklü bir iş seyahatine çıkmış beyefendi. Washington’da biçimde simetrik, içeride asimetrik masa kurulmuş ve halkların geleceği meze edilmişken, CIA başkanı da aynı gün İsrail’de görüşmeler yapıyor. Bunun anlamını kavramamak mümkün mü? ABD, Ortadoğu’daki değişmez favorisi Siyonist devlete şöyle diyor: “Türklerle istihbarat alışverişinde bulunabilirim, ama sen her zaman bir numarasın, senin aleyhine olacak hiçbir kumpasa girmem!”

Kürdistan

İstihbarat yemeğinin ana konusu olduğundan kuşku duyulamayacak olan Kürdistan meselesinin bir başka boyutu basında hemen hiç yer almadı: Güney Kürdistan sorunu. Yani Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin Irak devleti ile Türkiye arasındaki konumu. (Sadece Türk gazetecilerle yapılan toplantı dolayısıyla yansıdı bu sorun basına.) Hatırlanacağı üzere, Türk basını Erdoğan’ın Washington’a gidişinden sadece günler önce “Türkiye’nin ABD’ye isyanı” benzeri başlıklarla İngiliz Financial Times gazetesinden bir haberi aktarıyordu: Türkiye Güney Kürdistan yönetimiyle ABD’ye rağmen bir çerçeve enerji anlaşması imzalamıştı. Güney Kürdistan’ın Irak’tan bağımsızlaşıp bağımsızlaşmayacağı sorusu soruluyordu. ABD’nin, Irak’ı İran’ın kollarına daha da fazla iteceği için bu bağımsızlığa karşı olduğu vurgulanıyordu.

Bu çok önemli mesele ziyaret ertesinde basında hiç yer almadı. Bunu hayra yormak zor. Bu derecede hassas bir mesele eğer halkların çıkarları aleyhine bir plan üzerinde anlaşma olmadıysa mutlaka ortaya dökülürdü. Bizim tahminimiz, Erdoğan’ın Türkiye burjuvazisi için çok büyük önem taşıyan ve “çözüm süreci”nin ardındaki en dolaysız saiki oluşturan Güney Kürdistan petrolü meselesinde ABD’lileri şu ya da bu düzeyde ikna ettiği yönünde. Suriye konusunda bu kadar çok taviz vermesinin ardında da bu konuda belirli kazanımlar elde etmiş olması yatıyor olabilir. Tersinden bakılırsa Obama bu konuda Erdoğan’a bir “sus payı” sunmuş olabilir. Buradan ABD ile Türkiye’nin Irak’ı bölme konusunda ortak bir karara ulaştıkları gibi uç bir sonuç çıkarılmamalı. Zaten AKP hükümetinin planı da bugünkü koşullar altında Güney Kürdistan’ın Irak’tan koparılması değil. De facto (fiilen) sömürgeleştirilmesi. Erdoğan Obama’yı muhtemelen niyetin Irak’ı bölmek olmadığına ikna ederek yatıştırdı.

Sermayenin ihtiyaçları

Türkiye burjuvazisi de Washington’da boy gösterdi. ABD Ticaret Odası’nda yapılan toplantıda, Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan’ın söylediğine bakılırsa toplam cirosu 125 milyar dolar (Türkiye ekonomisinin dörtte birine yakın) olan ve 575 bin işçi istihdam eden şirketler hazır bulunuyor. TÜSİAD ve MÜSİAD başta olmak üzere, Çağlayan’ın deyimiyle “beş sivil toplum kuruluşu” da başkanlarıyla temsil ediliyor. ABD tarafından ise 66 dev firma davet edilmiş. 200 kişiye hitap eden Erdoğan’la masada oturan ABD’nin başkan yardımcısı Joseph Biden’ın yanında ise, Coca Cola’nın dünya CEO’su Muhtar Kent oturtulmuş. “Bizde ne yetenekler var” deniyor Amerikalı kapitalistlere ve şirket yöneticilerine.

Her yabancı ülkede ekonomik fırsatlar aramak sermayenin karakterinden gelir. Erdoğan veya Gül yoksul Afrika ülkelerine gittiğinde bile sermayenin temsilcileri yanlarına takılıyor. Dünyanın en büyük ekonomisi ABD’nin çok daha çekici olacağı açık. Üstelik ABD ile Türkiye arasındaki ekonomik ilişkiler, siyasi ve askeri ilişkilerin yoğunluğu göz önüne alınırsa, cüce boyutlarda. Toplam dış ticaret 20 milyar dolayında. Ayrıca çok dengesiz. Türkiye’nin ABD’den ithalatı 15 milyar doların biraz üzerinde, ABD’ye ihracatı ise 5 milyar doları bile bulmuyor. Son 10 yılda Türkiye’ye gelen 123 milyar dolarlık yabancı sermayenin sadece 8,5 milyarı ABD kökenli. Bu yüzden Türkiye burjuvazisi dişini tırnağına takmış, “model ittifak”ı nakte çevirmeye çalışıyor

Ama Türkiye burjuvazisi için çok daha büyük önem taşıyan özgül bir konu “serbest ticaret” alanında ortaya çıkıyor. ABD ile AB arasında müzakereleri sürmekte olan serbest ticaret antlaşmasının 2014 kadar yakın bir gelecekte imzalanması olasılığı var. Bu gerçekleşir de Türkiye Gümrük Birliği’ne rağmen bunun bir parçası olamazsa büyük ticaret hacmi kaybına uğrayabilir. Bu yüzden ABD ile doğrudan bir serbest ticaret antlaşması imzalanması veya Türkiye’nin ABD-AB antlaşmasının bir parçası haline getirilmesi Türkiye burjuvazisi için büyük bir önem taşıyor. 2000’li yılların başındaki Doha Raundu’nun çökmesinden sonra Dünya Ticaret Örgütü’nün (WTO) önemini büyük ölçüde yitirmesi, ikili serbest ticaret antlaşmalarını bütünüyle öne çıkarmış durumda. Bu yüzden bu antlaşmalar depresyon içindeki dünya ekonomisinin ticaret örüntülerini belirleyebilecek bir potansiyele sahip. Türkiye Atlantik sisteminden ekonomik bakımdan dışlanabilir bu yüzden. Bir bakıma, bu, Türkiye’nin ekonomi alanının NATO’sunun dışında kalması demektir.

Basına yansıdığı kadarıyla Obama bu sorunu sadece “not etmiştir.” Bu alandaki gelişmeleri yakından izlemek gerekir. Elbette bu konuda iki taraf bir “çalışma” başlatacaktır. Obama Türkiye gibi bir müttefikinin yüzüne kapıyı çarpmaz. Bir parmak bal mutlaka verir. Ama başlatılacak “çalışma” bitirilmek üzere mi, yoksa ipe un sermek amacıyla mı başlatılacaktır, orası meçhul.

ABD ordusunun şemsiyesi altında bir Erdoğan

Emperyalist ABD ile kapitalist Türkiye arasındaki “model ittifak” o kadar zengin boyutlara sahip ki, Washington ziyaretinin önemi bu konularla (Suriye, Filistin, Kürdistan, ekonomi) sınırlanamaz. Mesela İran ve Afganistan kısaca da olsa mutlaka ele alınmıştır. (Suriye konusu İran tartışmasını kısmen içerir zaten.) Mesela Erdoğan’ın Obama’ya “Kıbrıs sorununun çözümü için uygun bir atmosfer oluştuğunu dile getirdiği” basında yer aldı. Erdoğan’ın “uygun atmosfer” ile ilk sırada Güney Kıbrıs’ın (ve aynı derecede olmasa da Kuzey Kıbrıs’ın) ekonomik krizin pençesinde can çekişmesini kastettiği ortada. Türkiye hükümeti anlaşılan Kıbrıs’ı, adanın açığında bulunan doğal gaz yataklarını bir boru hattıyla Anadolu’ya bağlama seçeneğinin İsrail ile birlikte gazı sıvılaştırıp (LNG) tankerlerle ihraç etmekten çok daha ekonomik olduğuna ikna etmeye çalışacak.

Washington gezisinde sembolik anlamı herkes tarafından farklı yorumlanan iki olay oldu. Bunlardan biri, Erdoğan’ın Obama’ya bir hattat tarafından üzerine“Barack Hüseyin Obama” yazılmış bir levha hediye etmesiydi. Bu jestin büyük sembolizmini burjuva basınında kimse kavramadı. Nasıl kavrasınlar ki, Erdoğan ve akıldâneleri bile bu sembolizmi düşünebilselerdi bu nafile jesti yapmaktan vazgeçerlerdi. Obama, Barack’tır. Onun Hüseyin’i (İngilizce yazılışıyla “Hussein”i) Bush’un, ABD ile İslam âlemi arasındaki ilişkileri kristal dükkânına girmiş fil misali kırıp döktüğü bir sekiz yıldan sonra o âleme yalan söylemek için kullanılmış bir tuzaktır. Obama o ismi sadece görevi ilk kez devralırken kullanmıştır. Açık biçimde ifade edelim: Obama, Hüseyin ismini bütün dünyanın Müslüman halklarını kandırmak için kullanmıştır. Şimdi Erdoğan, ABD’nin Müslüman halkların çoğunluk olduğu dünya üzerindeki boyunduruğunu (Siyonist İsrail ile birlikte) sürdürmekte olan, sadece eskisinden daha kurnaz yöntemlere başvuran Obama’ya “Hüseyin” payesini vererek kendi “model ittifak”ını temize çıkarmaya çalışıyor, ama aynen Barack gibi Müslüman halkları aldatıyor! Levhanın gerçek anlamı budur!

Erdoğan bunu yapıyor, çünkü biliyor ki Ortadoğu’daki bütün efelenmeleri, bütün kahramanlık taslamaları, ABD’nin izni olmazsa tutmaz. Onun için “Hüseyin” payesi verdiği emperyalizmin önderiyle yakın olmaya çalışıyor. Çünkü yarın Ortadoğu’da ya da daha geniş bölgede başına bir bela gelirse, onu ancak ABD emperyalizminin kurtarabileceğini biliyor. ABD deniz piyadelerinin onu yağmurdan koruması işte böyle bir başka büyük sembolizme vesile olmuştur.

ABD deniz piyadeleri, ABD ordusunun en çirkef gücüdür. Yüz yıldır ne hükümetler yıktı, ne hükümetler kurdu “marine” teşkilatı. Onun şemsiyesi altına giren, emperyalizmin adamıdır.